|
S.A
KINALI HASAN
Çanakkale savaşları sırasında cepheye devamlı gencecik, pırıl pırıl insanlar yağmıştır. Bu gencecik çocuklar savaşa gitmeden evvel kısa bir eğitimden geçer sonra cepheye giderlerdi. Yeni erleri denetleyen komutan Sırrı Bey genç er Hasan’ın saçındaki kınayı görüp ona takılır.
- Hiç erkek adam saçına kına yakar mı?
- Bilmiyorum komutanım anam yakmıştır!
Genç adam gerçektende anasının neden saçına kına yaktığını bilmez. Anasına bir mektup yazarak neden böyle bir şey yapma ihtiyacı duyduğunu sorar.
Anasının cevabı çok duygusaldır.
- Oğlum aslanım sen bu yaşa gelene kadar bu vatanın ekmeğini yedin suyunu içtin artık bu vatana borcunu ödeme vaktin geldi. Sen babanın, benim, kardeşlerinin bu vatana bir kurbanısın. Oğlum söyle kumandanına bizim buralarda kurbanlık diye ayrılan koyunlar kınalanır. Bende seni evlatlarımın arasından vatana kurban adadım onun için saçını kınaladım.
Ne yazık ki kınalı Hasan mektubu kumandanına okuyamadan girdiği çatışmada yaralanmış ve kurtulamamıştır. Kınalı Hasan’ı defnetmeden evvel üzeridekiler alınır cebinden anasının mektubu da çıkar; o anın heyecanı ile bitmemiş bir şiir yazmıştır.
Anam yakmış kınayı, aday diye
Ben de vatan için kurban doğmuşum
Anamdan Allah’a, son bir hediye
Kumandanım! Ben İsmail doğmuşum...
SEYİT ONBAŞI
Çanakkale Savaşları’nda Deniz Savaşları sırasında Seddü’l- bahir açıklarında bulunan düşman gemileri Morto Koyu ile Seddü’ l- bahir tepesini sürekli bombardıman altına almışlardı. Türk mukavemeti gittikçe azalıyordu. Kendilerini Allah’ ın koruyuculuğuna bırakan Türk birlikleri şehitlik mertebesine ulaşmayı arzu edercesine, kaçmak yerine son gayretleriyle mücadele ediyorlardı. Bu sırada bir İngiliz gemisinden atılan büyük bir bomba Morto Koyu sırtlarındaki bir topçu birliğimizi toptan imha etti. İçlerinden yalnızca Seyid Ali Çavuş kurtulmuştu. Çavuş etrafındaki manzara karşısında duyduğu ızdırap ile dünyada eşine az rastlanacak bir olay gerçekleştirdi. Duyduğu acı ile normalde üç kişinin zor taşıdığı 257 kiloluk bombayı yerinden tek başına kaldırdı, taşıdı, topun namlusuna sürdü ve ateşledi. Bu mermi gideceği yeri de biliyordu. Queen Elizabeth gemisinin bacasından içeri girdi ve gemi ortadan ikiye ayrılarak battı. Burada, 257 okkalık bir mermiyi kaldırarak olağanüstülük gösteren Seyit Ali Onbaşı ile ilgili menkıbeyi Mehmet İhsan GENİŞÇAN, eserinde şöyle anlatıyor: " Ne hikmetse bataryada tek top ayakta kalabilmiş, fakat onun da vinci kırılmış olduğundan mermileri namluya sürülemiyordu. Yüzbaşı Hilmi Bey , etrafından birilerinden yardım alabilmek düşüncesiyle bataryadan uzaklaştığı sırada Niğdeli Ali ile Koca Seyit ümitsiz ve perişan ne yapacaklarını düşünüyorlardı. " Ulu ve yüce Allah’ tan başka hiçbir güç ve kuvvet yoktur. " duası Seyit’ in ağzından nûr tanesi gibi dökülmeye başladı. Seyit Ali, bu duayı defalarca okudu. Bu yakarış şüphesiz hiç kimseninkine benzemiyordu. Aşk ile kendinden geçmesi ve 257 okkalık top mermisini kucaklayıp omzuna alması bir oldu. Demir basamakları tam üç kez inip çıktı. Yanında bulunan Niğdeli Ali, Seyit ’ in göğüs ve omuz kemiklerinin çatırtısını duyuyor, hayret ve dehşet içinde kalıyordu. Topun namlusuna sürülen üçüncü mermi savaşın kaderini böylece değiştiren olayı yaratmış ve İngilizler’ e ait "Ocean" isimli zırhlı, bu merminin isabetiyle korkunç yara almıştır. Aynı gün geç saatlerde Çanakkale Boğazı Müstahkem Mevki Kumandanı Cevat Paşa, ödül olarak Seyit’ e onbaşılık rütbesini verdi. Merminin bir defada kendi huzurunda kaldırılmasını istedi. Bunun üzerine Seyit Onbaşı, Cevat Paşa’ ya şu cevabı verdi: " Ben bu mermileri kaldırırken gönlüm, Allah’ın feyziyle doldu. Ancak bu kuvvetin sırrı o anda bana Allah’ ın ihsan ettiği bir vergi idi. Bu ağırlığı kaldıracak kadar bir makam varmışsam bu dua ve rıza ile olmuştur. Ancak şimdi kaldırmam mümkün değildir kumandanım"
YAHYA ÇAVUŞ
19. Tümen Komutanı Albay Mustafa Kemal 24 Nisan 1915 günü bütün birliklerle karaya ayak basacak her işgalci düşman askerlerinin yok edilmesi emrini verdi. 25 Nisan 1915 sabahı düşman savaş gemileri Ertuğrul Koyu’na tonlarca bomba yağdırdı. 26. Alay’ın 3. Taburu bu bölgeyi koruyordu. Tabur Komutanı Mahmut Bey ile Asteğmen Hüseyin Bey’in şehadeti üzerine komuta Ezineli Yahya Çavuş’un eline geçti. Yahya Çavuş Galiçya ve Balkan Savaşı’na katılmış 28 yaşında cesur bir asker sağ kalan 67 arkadaşı ile siperlerde mevzilenmiştir. Albien ve River gemilerinden şafakla beraber karaya çıkmaya başlayan 3000 düşman askerini Ertuğrul Koyu’nun sularına gömmüş, deniz kızıla boyanmıştır. 48 saat düşmanın binlerce top mermisi ve askerine karşı kıyı ve siperleri korumuştur. Düşman bir tümen bildiği Türk Birliği’ni Yahya Çavuş’u siperlerinde 62 kahraman ve şehidin cesedi ile karşılaşınca hayretler içinde kalmıştır.
Yahya Çavuş kopan diğer bacağını, tüfeğinin kayışı ile bağlamış olarak diğer beş arkadaşı ile birlikte Alçı Tepesi eteklerinde 27 Nisan günü şehadet mertebesine ermiştir
ŞEHİT ŞERİFE BACI
İşte Şerife gelin bu köylü ve 21 yaşında. O’nu 16 yaşında evlendirmişlerdi. Düğünden iki ay sonra Harbi Umumi patlak verdi. Kocasını askere aldılar. 6 ay sonra da Çanakkale’den kocasının ölüm tezkeresi geldi. Kimsesizdi, hiçbir geliri yoktu. "Bu tazeliğiyle yapayalnız durması yakışık almaz" diyen köyün yaşlıları, onu sakata ayrılmış bir asker gazisi olan Topal Yusuf ile evlendirdiler.
Üç yıl sonra Şerife Gelin’in bir kızı oldu. Küçük kıza Elif adını koydular. Elif anasını emiyor, emdikçe Şerife Gelinin sütü artıyordu. Bunu fırsat bilen komşular, o günlerin salgın hastalıkları yüzünden anası ölen, yetim kalan, süt ememeyen hangi çocuk varsa, Şerife Gelin’e getiriyorlar; Köyün yetimlerini hep O emziriyordu. Belki de bunlar çile günlerinin tabii bir yansıması idi. Sonuç olarak bu köyde yetimlerin tamamı süt kardeşi, Şerife Gelin de süt anası olmuştu... Evdeki işlerle birlikte dışarı işlerini de Şerife gelin yapardı. Öküzlerle çift sürmek, merkeple dağdan odun getirmek, orakla ekin biçmek, döğen sürmek hepsi hepsi Şerife Gelin’i gözlüyordu. Kocası Topal Yusuf’un sadece adı vardı. Savaşta sol bacağı kopmuş, yakınında patlayan bomba bir gözünü kör etmişti... Kulaklarının duyması ise günden güne ağırlaşıyordu. Bu haliyle O’nun iş yapması zaten mümkün değildi. Günlük işlerini ve hizmetini de Şerife Gelin yapıyordu.
Çile demet demet, hicran gökleri tutmuş, gözyaşı diz boyu olmuş akıyordu. Nice şehit anaları oğlunun acı haberiyle ciğerini dağlarken nice gelinler hayata küsmüş, nice umutlar baharında solmuştu. Açlık, yokluk, perişanlık kol geziyordu. İnsanlar saadeti sadece ölümün kollarında açan bir çiçek sanır hale gelmişlerdi. Artık gözler taa uzaklara, umutlarsa bir başka bahara kalmış gibiydi.
Bir akşam üzeri köyde tellal bağırıyordu.
"– Eyyyyy ahali! Duyduk duymadık demeyin. Cuma günü her haneden bir kağnı, İnebolu’ya yük taşımak üzere gidecektir"... Aynı tellal bir daha, bir daha olmak üzere 3 sefer bağırdı. Bu, konunun önemini vurgulamak içindi. Üç sefer aynı şeyin bağrıldığı pek vaki değildi. Demek ki bu konu olağanüstü bir önem arzediyordu.
Herhangi bir sebeple tellal bağırmışsa, o akşam konunun görüşülmesi için köy odasında toplantı yapılırdı. Bunu herkes bildiğinden, toplantı için ayrıca duyuru yapılmamıştı. Akşam yapılan toplantıda Muhtar şu açıklamayı yaptı:
– Ankara’da açılan yeni Meclis ve kurulan hükümet, Anadolu’ya saldıran Yunan askerine son darbeyi vurabilmek için kış boyunca hazırlık yapıyormuş. Kulakları çınlasın iki ay kadar önce köyümüze gelen M. Âkif, camimizde verdiği vaazda:
– "Bir milletin hayat hakkı ve varlığını sürdürme konusunda üstünüze bir görev düşerse, yerine getirmekte aslâ tereddüt etmeyiniz. Vatana sahiplenmek için gerekirse herbirimiz, toprağın koynuna girmeye aday olabilmeliyiz ki, bu vatan bizimdir diyebilelim," demişti. Komşular! Sizin anlayacağınız, deniz yoluyla İnebolu’ya getirilen cephane ve top mermilerinin cepheye taşınması için bütün çevre köylere görev verilmiş. Adına ister imece, ister salma, ister başka birşey deyiniz; taşıma işi muhakkak halledilecekmiş. Bizim köyün taşıma sırası Cuma günü olarak bildirildi. O gün, İnebolu’dan 80 kağnı cephane yüklenerek Kastamonu’ya doğru yola çıkmamız gerekiyor. Herkes hazırlığını buna göre yapsın. Muhtar, bir de liste hazırlamıştı. Listeyi baştan sona okudu. Sonra da:
– Burada olanlar olmayanlara haber versin, dedi.
Herkes birbirinin yüzüne "Burada kimler yok?" der gibi baktı... Toplantıda sekiz isim yoktu. Bunlar adına da zaten kadın veya çocuk yaşta gençler gidecekti. O akşam köy bekçisi sekiz kişinin evini dolaşıp yola ne zaman ve nasıl çıkılacağını bildirdi. Her evden bir kağnı duyurunun yapıldığı şekilde Cuma günü vardı. Şerife Gelin de bunlar içerisinde idi.
Tarih, 1921 yılının son günleriydi. Birdenbire bastıran kar yolları kaplamıştı. Sıra ile cephaneler yüklendi. Yüklemesi yapılan kağnı yola çıkıyordu. Şerife Gelin, köyde bakacak kimsesi olmadığı için Elif’i yanına almıştı. Şerife Gelin’in kağnısına top mermileri yüklendi, yol verildi... Şerife Gelin, İnebolu çıkışında kağnıyı durdurdu. Oraya kadar sırtında taşıdığı kızı Elif için top mermilerinin arasında bir yer ayarladı. Tek korunma aracı yün yorganını da top mermilerini ve kızını yağıştan korusun diye, kağnı üzerine örttü. Sonra tekrar kağnı başına geçip "Bismillah" diyerek öküzleri çekmeye başladı. Bu görevi onlarca köy, binlerce kağnı yaptığı için yol güvenliği konusunda bir sorun yoktu. Soğuğa karşı korunaklı oldun mu tamam! Hele hele öküzlerin iyi ise, işin kolay! Şerife Gelin, öküzleri çekiyor, kar ise yağıyor, yağıyordu. Kağnı tekerleri karla karışık çamurlu yollarda makamsız bir gıcırtının zevksizliğiyle ilerliyordu. Şerife Gelin’in bir korkusu vardı; kendinden bile sakladığı bir korku. Kalbinde kocaman bir çıban, çaresiz bir dertti bu... Ama onu hatırlamak istemiyor; azimle, hırsla kağnı arabasının önünden tüm engelleri delercesine yürüyordu. İçten içe duâ etmeyi de ihmal etmiyordu. Bu halde epeyce yol aldıktan sonra kağnı birden durdu. Şerife Gelinin yüreciğindeki yara deşilmişti. Evet kara öküz yürümüyordu. Bu her zamanki huyu idi. Zorlamaya, yüke hiç gelemezdi. Şerife Gelin yuları asıldı. Hayır! Gelmiyordu. Öküzün ardına geçip gâh! dedi. Üvendire ile dürttü. Kara öküz biraz yürüyüp tekrar durdu. Bir saat kadar önce yağan kar durmuş, hava soğumaya başlamıştı.
Şerife Gelin:
– Kurbanın olayım kara tosun, beni perişan etme. Arabam top mermisi dolu; Cepheye yetişmesi lazım. Haydi n’olur yürü. Haydi n’olur. Kara öküz az daha yürüyüp boynunu eğdi, eğdi. Sonra olduğu yere gürpüden çöküverdi.
Şerife gelin:
– Eyvahhh! Ne yapacağım ben şimdi, diyerek tekrar kara öküzün yanına vardı. Yalvarırcasına başını okşadı. Gözlerinden öptü, titreyen sesiyle:
– Haydi kara tosunum. N’olur yatma kalk. Boyunduruğa ben de koşulayım. Yeter ki sen yatma. Kara öküz nice zorlamayla yerinden kalktı. Boyunduruğu kaldıramaz gibi boynunu yere eğiyordu. Bereket öbür eşi sarı öküz güçlü idi; zaten kağnı buraya kadar onun sayesinde gelebilmişti. Şerife Gelin, öküzlerin yularını arabanın okuna taktı. Sonra kara öküz tarafına geçip eğik boyunduruğa öyle bir yüklendi ki, göğsünden bütün vücudunu kaplayan bir ıslaklığın yayıldığını fark etmedi bile.
Kaç defa kara öküz yatmış, kaç defa boyunduruğu Şerife gelin göğüslemiş, bunların artık sayısını unutmuştu... Ne kadar yol aldığını ise hiç bilmiyordu. Şerife Gelin’in karnı açtı. Lâkin açlığı dert etmiyordu. Biricik Elif’i aklına geldi. Tabii ki O’nun da karnı zil çalıyordu. "Elif’imi azıcık emzirebilseydim" dedi. Ama Elif uyuyordu; zaten uyansa da bu soğuk havada çocuk emzirilmezdi. Kendi kendine: "Elif uyanmadan Kastamonu’ya varabilseydim bari", dedi. Böyle söylenirken, içindeki bir ses karşı dağdan yankılanırcasına gürledi:
– Ya sonra? Şerife Gelin şaşırdı birden. Etrafına bakındı, kimsecikler yoktu. Bu gizli ses ile cedelleşmeye başladı:
– Sonrasına Allah kerim.
Meçhul ses:
– Âmennâ! dedi, önce. Sonra da Şerife Gelin’in belki de çaresizlikten hep görmezlikten geldiği bir gizli derdi ham bir çıbana iğne sokup patlatır gibi deşiverdi:
– Peki Ilgaz Dağı’nı nasıl tırmanacaksın? Bu kara öküzle, bu kağnı oradan çıkar mı?
– Çıkarrrrrrr, diye bağırdı Şerife Gelin; gerçi yüküm Kastamonu’ya kadar ama bu araba Ilgaz dağını da çıkar, Ankara’ya da varır... Cepheye de... Şerife Gelin’in göğsü körük gibi inip kalkıyordu. Soğuktan donmak üzere olan elleri şimdi sinirinden titriyor, iki de bir üvendireyi elinden yere düşürüyordu. Ilgaz Dağı’nı geçilmez, aşılmaz diyen kimdi? Az önce kendisiyle cedelleşen sesi, sesin sahibini aradı. Hiddetinden dudaklarını kemiriyor, elindeki üvendireyi gart! gurt! diye kürtün öbeklerine saplayıp saplayıp çıkarıyordu. Kendini korkutmaya, caydırmaya, azmini kırmaya çalışan bu sese hınçla bağırdı:
– Heyyy! Bre çılgın ses! Hey bre meçhul korkak! Karınca fıkrasını duymadın mı? Derler ki karınca İstanbul’dan yola çıkmış, mübarek beldeleri görmek ister. Sormuşlar:
– "Nereye gidiyorsun?
– Hacca gidiyorum.
– Sen bu cılız gövdenle, bu çöp bacaklarınla, İstanbul’dan Hicaz’a kadar nasıl gidersin?
– Varamazsam hiç olmazsa yolunda ölürüm ya", demiş. Ben de öyle... varamazsam yolunda ölürüm. Lâkin bu mermiler yollarda kalmaz, bıraktığımız yerden birileri yüklenir ve cepheye mutlaka ulaştırır. Şerife Gelin böyle söylese de, çok iyi bildiği Ilgaz Dağı’nı ve onunla geçen hatıralarını sisli puslu camdan bakar gibi bir süre seyre daldı. Bu seyir, ne durup bakmaya, ne bakıp görmeye benziyordu. Bir hissedişti bu; bir duyuş, bir anlayış... Çookkk uzaklardan gelen, fırtınaya binmiş, dağlarda yankılanan, tepelerde savrulan bir ses; kimbilir belki de Şerife Gelin’in duymak istediği, yahut istemeden duyduğu bir ses... Ilgaz Dağı için, oranın kendi has evladına bakınız, neler fısıldıyordu:
– Ilgaz Dağı, çilenin harman olduğu yer. Ilgaz Dağı; yetimleri, dulları, kimsesizleri ağlatan mekân; gözyaşını kaynağında donduran fırtına seli. Ilgaz Dağı; ümitleri söndüren, hayalleri sükûta erdiren bir hengame...
Nice garibanın çıplak ayakla yürüdüğü bayır. Vardıkça dikleşen, çıktıkça yokuşa vuran yollar... ve içinizdeki aşka, merhamete, sevgiye inat acımasızlaşan dağ... Eşkıyalara taş çıkartan kurt sürüleri. Karıyla kışıyla, geçit vermeyen engebeleriyle, Ilgaz Dağı bir muamma... Kağnıdaki küçük Elif’in ağlaması duyuldu birden. Hıçkırıklara karışan bu feryat, Şerife Gelin’in beynini zonklattı. Yavaş giden kağnıyı durdurmadan düşe kalka telaşla arabanın ardına koştu. Yorganı açıp baktı; Elif kızın sesini duyuyor, kendini göremiyordu. Gözlerini yuvasından patlatırcasına açıp bir daha baktı. Elini uzatıp ot kurularını karıştırdı:
– Yavrum! Elif’im, diye bağırdı.
Zavallı yavrucak otların arasındaydı. Boğuk boğuk ağlıyor, hıçkırıyor, kendini yırtıyordu âdeta. Soğuk, dondurucu bir hal aldığı için yorganı Elif kızın ve top mermilerinin üstüne iyice sıkıştırdı. Şerife Gelin’in esas korkusu, top mermilerinin göçüp kaymasıydı. Bu halde zaten Elif kız ezilir yamyassı bir et parçasından farksız hale gelirdi. Tekrar aceleyle arabanın önüne koşup, öküzleri çekmeye başladı. Nice öne geçenler uzaklaşıp görülmez olmuş, nice arkada kalanlar Şerife Gelin’e yetişmiş, geçip gitmişlerdi. Kimse kendisine zimmetlenen cephaneyi yerine teslim etmekten başka bir şey düşünmüyordu. Şerife Gelin’in çektiği kağnı tekrar durdu. Kara öküz yine yürümüyor, başını geri geri asılıyordu. Şerife Gelin, iyice üşümüş ağzından burnundan gelen salyalar birbirine karışmıştı. Çene kemikleri birbirine vuruyordu. Kağnının kara öküz tarafına geçerek "yazıklar olsun sana; çekil boyunduruktan, çekil de ben koşulayım" dercesine bir süre baktı. Gözleri kısılmıştı. Bütün vücut azaları titriyordu. Hiddetinden dolayı üvendireyi kaldırdı, kaldırdı; sonra da arka üstü kardan adam gibi göçüverdi.
Şerife Gelin, donmakta olduğunu işte o anda farketti. Yıkıldığı kar içerisinden çabalayarak kalktıktan sonra, yine zor bela kağnı arabasının üzerine çıkabildi. Elleri ve ayakları donma noktasına geldiği için kağnıya binerken kaç defa kayıp yere düştüğünün sayısını bilemiyordu. Şerife Gelin, bindiği kağnıdan öküzlere kısık sesiyle ve belki de son defa "gah!" dedi. Sesi yavaş yavaş kayboluyordu. Elif çatlayacak gibi ağlarken, Şerife gelinin kolu kanadı âdeta robotlaşıyordu. Kağnı serseri bir mayın gibi, şehrin dışındaki Kastamonu kışlasının yakınına kadar gelip orada durdu.
Kar dinmişti; Elif ağlıyordu. Anlaşılan, bütün kuşlar Elif’in yasına, onun feryadını dinleyenlere iştirak ediyorlardı. İşte bu yüzden bu akşam, cümle kuşlar suskun, güvercinler sanki taş kesilmiş; sığırcıklarsa hıçkırmadan son damla gözyaşlarını içlerine akıtıyorlardı. Besbelli ki öyle; öyle olduğu için de sükût, bu mahalle matem gibi siyah otağını kurmuştu.
Bu kimsesiz kağnının yanına giden görevliler karşılaştıkları acıklı manzarayı şöyle not ettiler:
"Kağnı üzerinde soğuktan donan bir kadının cesedi vardı. Donmuş kadının cesedini arabadan indirirken, yorganın altında ağlayan bir çocuk sesi işittik... Top mermilerinin arasında, otlara sarılı eski çulların içinde bir kız çocuğu ağlamaktan bitkin hale gelmiş, boğuk ve kısılan sesinin sanki son feryadını ediyordu.
Hepimizin ortak kanaati şu oldu; Bu Türk anası, evladını ve top mermilerini korumak için kendini feda etmiştir."
Grup vaktinin kar üzerindeki yansıması, bu kağnının yanına gelenlerin yanaklarından süzülen damlacıkları çiğdem rengine boyamıştı. Batan Güneş ise, Şerifeler, Elifler, Zeynepler ve kardelenler için yeniden doğmak üzere, kızıllığını saklarcasına karanlığın göğsünde yavaş yavaş kayboluyordu.
ULUBATLI HASAN
29 Mayis 1453 günü Konstantiniyye önlerindeki Islâm ordusunda büyük bir hazirlik göze çarpiyordu. Islâm askerleri sabah namazindan önce en temiz elbiselerini giymisler, birbirleriyle helallesmisler, cemaatle namazi kildiktan sonra ordudaki yerlerini almislardi. Kâinatin Efendisinin müjdeledigi "Mesud askerler"den olmak ve Cenab-i Hakkin huzuruna sehid olarak gitmek için yanip tutusuyorlardi. Hele içlerinden birisi vardi ki, heyecandan yerinde duramiyordu. Bir gün önceden komutanlarina yalvarmis en ön saflarda vurusan birlikte yer almak için çok dil dökmüstü..
Ulubatli Hasan adli bu yigit Bursa Karacabey’deki Ulubat gölünün kuzeybati kiyisinin yakininda bulunan Ulubat köyünde dünyaya gelmisti. Yigitler yigidiydi. At yarislarinda, ok atmada, güreste birinciydi. Daha sirtini yere getiren çikmamisti. Öyle ki çogu defa iki kisiyle birden güresir, ikisini de yenerdi. Ulubatli Hasan’in gönlü Allah için cihad etme askiyla yanip kavrulmaktaydi "Ila’yi kelimetullah" ugruna can vermek en büyük emeliydi.
Büyük hücum’un yapilacagi gün en ön safta vurusacagi için çocuklar gibi seviniyordu. Otuz tane gözüpek yeniçeri seçmisti. Hep birlikte ayni noktaya hücum edeceklerdi.
Nihayet beklenilen an gelip çatmisti. Mehter "hücum" havasi çalinca Ulubatli Hasan ve arkadaslari "Allah Allah" sesleriyle ileri atilmislardi. Ulubatli’nin bir elinde sancak, diger elinde kalkan vardi. Sura dayanan merdivenlerden süratle tirmaniyordu. Atilan oklara, taslara, üzerlerine dökülen kizgin yaglara kalkanini siper ediyordu. Nihayet surlarin üzerine varmayi basarmisti. O anda kalkanini firlatip atmis, uzun palasini çekmis, arslanlar gibi vurusmaya baslamisti. Önüne çikan düsman askerlerine vuruyor, vuruyordu. Yahya Kemal’in tasvir ettigi gibiydi manzara. Söyle demektedir sair:
Vur pençe-i Alî’deki semsîr askina
Gülbangi asmani tutan pir askina
Ey lesker-i müfettihü’l-ebvâb vur bugün
Feth-î mübîni zâmin o tebsir askina
Vur deyr-i küfrün üstüne rekz-î hilâl içün
Gelmis bu sehsüvâr-i cihangir askina
Düssün çelengi Rûm’un egilsün ser-î Firenk
Vur Türk’ü gönderen yed-i takdir askina
Son savletinle vur ki açilsin bu sûrlar
Fecr-i hücum içindeki Tekbîr askina
Ulubatli’nin simsek gibi çakan kilicindan ürken düsman askerleri uzaktan ok yagdirmaya baslamislardi. Oklar pes pese Hasan’in vücuduna saplaniyordu. Ayakta duramayacagini anlayan Ulubatli sancagi Topkapi’daki surlann üzerine dikivermisti. Sancagin surlarin üzerinde dalgalandigini gören askerler cosmustu. Tekbir getirerek büyük bir gayretle surlara hücum ediyorlardi. Ulubatli Hasan da vücudunun oklarla delik desik olmasina ragmen yarali ars-lan gibi sancagin yanina düsman askerlerini yaklastirmiyordu. Nihayet diger arkadaslan yanina gelmis, Hasan’in etrafina halka olmuslardi. Sancagin artik emin ellerde oldugunu gören Hasan yüzünde mes’ud....
bir tebessümle ruhunu Rahman’a teslim etmisti. Kendisiyle birlikte surlara tirmanan arkadaslarindan 18’i de sehid olmus, kalan 12’si sancagi düsürmemisti....
Çok genç yasta sehitlik rütbesini kazanan Ulubatli Hasan’in vücuduna 27 ok saplanmisti. Arkadaslan bu oklari çikardilar ve bu mübarek sehidi Fatih’in huzuruna götürdüler. Fatih, Islâmin bu bahadir evladina dua ettikten sonra söyle demistir: "Ulubatli Hasan’im! Ne kadar sanlisin. Eger sultan olmasaydim, Ulubatli Hasan olmak isterdim!
Allah RAHMET EYLESİN
RUHUN ŞAD OLSUN
KÜCÜK AHMET
Yedi ,sekiz yasındsa görünüyor o. genc bir erkek gibi arkaya taranmıs geniş dalgalı, altın saclarına,bir düğümü çözecekmiş gibi bir noktya bakıp dalan
yesil ,atesli gözlerine ,hemen hiç acılmayan kızıl ,ince dudaklarına bakarsanız yedi yasında diyemezseniz ona.
Fakat biliyorum ,Küçük Ahmet yedi yasında .
Annesi durmadan dert yanıyor ondan:
geceleri uykusu yok .sabaha kadar gözleri acık ,otuz dokuz derce atese aldırmıyor bile .deniz onun canı gibi,
yaz kIş demeden küçük koları ile kulac atıp duruyor .kara hasret kaldımı,üstü her zaman karla örtülü boztepe ye cıkıyor ,babasının adamları arkasından yetişmese soğuktan donup ölecek.
Mahallede her cocuk gibi onunda ucurtması var .Fakat ucurtması bütün cocuklarınkinden ayrılıyor.Kırmızı ,beyaz renli kocaman bir ucurtma,üstünde ayyıldızı var.
mavi sarı yesil ,bütün ucurtmalar ahmedinkinden üç dört metre asağıdan ucuyorlar onuın kinin üstünde ayyıldız varmıs.
mahalle cocukları Ahmedi göğsü bayraklı bay ahmet diye cağırıyorlar.Onun göğsünün sağ tarafında Türk bayrağının küçük bir ölcüde yapılmıs bir minyatürü var.
Bu gece pijamasının ,gündüz giyeceği elbisenin yakasına iliştiriyor.
Zaten arada sırada konusan ahmet’in ağzını bıcak acmıyor.Gece sabahlara kadar sokaklarda kitara ,mandolin seslerine karısan ’zito’ nağraları onu cileden cıkarıyor.
Metre polide düşaman kesilmiş küçük aklı nelere ermiyor onun .Bir kac gun evvel sahil boyunca toplanan rum cocuklarını ucurtmasını parcalamıslar.
O gece hırsından gözüne uyku girmiyor.Sabah güneşle beraber sokağa fırlıyor .Babası , anası arkasında adam kosturuyorlar__nedense __Ahmet’i bulamıyorlar .
Şehirde bir kaynaşma var herkes birbirine birşeyler fıslıdıyor,memleket ayaklanmış gibi .Evlerde bütün kadınlar ,cocuklar pencerelerde .Herkes nevar ,ne oluyorz diye soruyorlar .Türk mahalleleri telaş ve heyecan içinde ,gürültünün dehsetinden ürküp bayılanlar ,sağa sola koşuşanları görüp kapılarını,pencerelerini kapıyanlar ,camiye
sığınanlar,tespih cekenler ,kelimeyişahadet getirenler var .Akıllarına gelen ihtimali dilleri ile söylüyemiyorlar.Hpesinin için de su korku yasıyor .GİTTİ, BURASINI DA ALDILAR.
Sahil boyunca tolanan kalabalık gittikce buyuyor.En önde yürüyenlerin elliernde sedye üstünde 18 yasında gürbüz bir delikanlı yatıyor.Bazen ellerde ,bazen bas ustunde tasınan bu sedye mahalle mahalle dolaştırılıyor ve hep bir ağızdan bağırıyorlar:
___Ahmet öldürdü ,bizde onu öldüreceğiz yakında hepinizn kanını içeceğiz .
Aylardan beri geceli güzdünlü zito naraları ile etrafı inleten numayişciler havaya, sağa sola kursun sıkıyorlar .
Ahmet öldürmüş,,kimse inanmıyor buna yedi yasında bir cocuk ,on sekiz yasında bir delikanlı ,nasıl olur bu ? herkes onu ,Küçük Ahmet’i arıyor.
Krakolun önü mahser gibi,içerden onun cıkmasını bekliyorlar.
Kaymakam,komiser ,polis hepsi şaşkınlık içinde soruyorlar:
___Nasıl oldu Ahmet anlat bize ?
Elbiseleri kan lekeleri ile bulanmıs küçük ,hızla bir yokusu tırmanır gibi nefes nefese söylüyorlar:
___Bir gün oldu ....ucurtmamı parcaladılar.AYYILDIZLI ucurtmamı.Bizi sahil boyunca kovaladılar.Artık orada mavi beyaz ucurtmalar ucacakmıs ,neden dedim .
___İzmiri aldık. buralarıda alacağız ,sizi kovacağız .
Dediler,bütün evler üstüme yıkıldı sandım ...karanlıkda kalmıs gibi idim .Ucurt mamı ucururken yemek için cebime koyduğum kırmızı kırmızı elmalarımı ısırmak için dişleimde kuvvet yoktu.
Mavi beyaz ucurtmlar bütün gece uykumu kacırdı .Gözlerimi kapatıp bir tarafa benim parca parca AYYILDIZLI ucurtmamı ,havalarda mavi beyaz ucurtmaları görüyordum .
Birçok insanlar üstüme atılıyorlar,boğazımı sıkıyorlar,beni bir türlü uyutmuyorlardı.Ertesi gün daha kocaman bir uçurtma ile sahil boyuna gittim,yanımda Nuri ile Osman vardı.Onlar da benim kadar,yok,Osamn benden büyük,douz yaşında.Rüzgar esiyordu.Tam uçurtma havası biz ipleri çözerken,baktık geliyorlar.Hepsi de büyük,büyük kocaman çocukar sayamadım amma on kişiden çoktu.Bİrdenbire benim üstüme çunlandılar.
Yeni,yepyeni kocaman uçurtmamı parçaladılar.Beni kumlara yuvarladılar,o kadar dövdüler ki nefesim kesildi.Pencelerden bakan anaları filan gülüp dururken sonra nedense bana acıdılar.Kendi dillerinde yalvarır gibi birşeyler söylediler. Hepsi çekildi,gitti.Fakat o mavi gözlü beni bırakmadı.Anladım,yakamdan iğnemi alacaktı.İŞTE BUNU AYYILDIZLI iğnemi.Ben onu verirmiydim.Ellerim hep onun üstündeydi.Fakat o çok büyüktü.Kocamn yumrukarı ile başımın,ciğerlerimn üstüne o kadar çok vurduki yüksek bir duvardan düşmüşüm gibi acıdı,dayanamıyordum.Değnek yontmak için cebimde taşıdığım bıçağımı çıkardım,yere uzandım,sivri ucunu açtım,tam iğnemim üstüne koydum.Ucu havada sıkı sıkı tutuyordum,gel dedim gel ! O güldü... <>diye bağırıyor sıçradım,ayağa kalktım.Bıçağım göğsüne saplanmış.Daha hiç değnek yontmadığım pırıl pırıl bıçağımı,onun göğsünde bırakamazdım.Çektim,çıkardım.Beni polisler yakaladılar buraya getirdiler.Onlar olmasıydı ölecektim.Taşlar başıma yağmur gibi yağıyordu.Ahmet iğnesine göz attıktan sonra göğsünü kabartarak başı yukarıda sordu:
___Ne oldu şimdi o mavi gözlü?
___Öldü.
___Öldümü, neden?
___Senin bıçağından.
Durdu,düşündü.Sonra yaşından hiç beklenilmeyen bir eda ile başını salladı.
___HAYIR DEDİ,HAYIR,BENİM BIÇAĞIMDAN DEĞİL BU BAYRAĞA EL UZATTIDA ONDAN!!!
ŞAHİN BEY
Şahinbey 1877’ Gaziantep’in Bostancı Mahallesinde 55 nolu evde doğmuştur. Asıl adı Mehmet Said’dir. Babası Abdullah Efendi, annesi ayyuş hanımdır. Tellah oğullarındandır. 4 yaşında babadan yetim kalmış, annesi Elbeylioğlu Abdülkadir efendi ile evlenmiştir. Mehmet Said dayısı Ispaha (sipahi) Hacı Mehmet Kara Said’in yanında büyümüştür. Rüştüyede okumuş ve daha sonra derici amcasının yanında tabaklık yapmıştır. 1899’da Zeynep hanımla evlenen Şahinbey aynı yıl yemene er olarak gitmiş ve Yemen cephesinde muvaffakiyet ve kahramanlık üzerine Başçavuş olmuştur.
1908’de Antep’e dönmüştür. Eşi zeynep’ten 1909 yılında Mehmet Hayri ve 1910 yılında Mehmet Sait adlarında iki oğlu olmuştur. (Bunlardan Mehmet sait küçük yaşta ölmüş, Mehmet hayri 11 yaşında gönüllü olarak savaşa katılmış ve çatışmalarda yer almıştır. Mehmet Hayri’nin bir oğlu bir kızı olmuştur. Oğlu Şehit Şahin 1980’de ölmüş, kızı Nezihe Şehit Şahin’de istanbul’da yaşamaktadır. )
Mehmet Said 1911’de Trablusgarp Harbine gönüllü olarak katılmış; Balkan savaşlarında Çatalca cephesinde savaşmıştır. Galiçya’da 15. Kolordu’da savaşan Mehmet Said, 1917 Ekim’inde Sina cephesinde vazife almıştır. Başçavuş iken mensup olduğu alayla, Ayn-Ül Cebel denilen bir kalede Araplar tarafından sarılmıştır. Muhazara uzun sürmüş, erzak bitmiş, cephane azalmış, Alay Komutanı da şehit olunca açlık ve sefaletten biten birlikler arasında Araplara teslim olmak eğilimi belirmeye başlamıştır. Mehmet Said birkaç arkadaşıyla teslim olmak isteyenleri yakalayıp, hapis etmiş ve bir gece karanlıkta faydalanarak çok sarp ve çetin bir geçitten askerleri muhasara dışına geçirmek suretiyle Alayı kurtarmıştır. Bu fevkalede hizmetine karşılık ordu komutanlığınca Mülazim-ı Sani ( Teğmen)’liğe terfi olunmuştur.
1918’de, İngilizlerle sina cephesinde cereyan eden şiddetli bir muharebe neticesinde esir düşmüştür. Mısır’daki Seydi Beşir esir kampı’nda 1919 Aralık ayı başına kadar esir olarak kalan Mehmet Said, Ateşkeşten sonra serbest bırakılmıştır.
Şahinbey, 13 Aralık 1919’da İstanbul’a gelmiş, Harbiye Nezaretine müracaat ederek vazife istemiştir. Harbiye Nezareti tarafından Antep’e yakın Nizip kazası askerlik şube başkanlığına tayin olup Antep’e gelmiştir. Antep Heyet-i Merkeziyesi’ne müracaat ederek vazife isteyen Şahinbey, Heyetin kendisine Kili-Antep yolunu kontrol altında tutma vazifesini vermesi üzerine, derhal çalışmaya başlamıştır.
(Şahin adı müsteardır. 30 Kasım 1919’da Sivas’tan ayrılan Ali Fuat Paşa ( Cebesoy ) 4 Aralık 1919’da Kayseri’ye uğruyor. Adana cephesiyle görevlendirilen bazı subaylar ve sivillerle görüşüyor. Adana güney cephesinin milli Teşkilat ve mücadelesi kararlar alınıyor. Bazı subaylar Adana, Güney ve Doğu cephesi için sinan, Tufan, Selim, ŞAHİN ve Doğan gibi müstear isimlerle Teşkilat ve mücadele için bölgeye gönderiliyor. Cephenin Kuva-i Milliye Kumandanı Ali Fuat Paşa’dır.
Yıllardır evinden, ailesinden, çocuklarından ayrı kalan Şahinbey, kendisine verilen vatan hizmetinin mesuliyetini omuzuna aldıktan sonra derhal hizmet mahalline koşmuştur. Yıllar sonra döndüğü evinde ise ailesi ve çocukları arasında ancak 1 gün kalmıştır.
1920 yılı Ocak ayı başlarında köyleri dolaşarak cihadın ehemmiyetini ve faziletini anlatan Şahinbey, kısa zamanda 200 fedai toplamıştır. Kilis- Antep şosesi üzerinde 3 müdafaa hattı tesbit etmiştir. 1. Müdafaa hattı Kızılburun’da, 2. Müdafaa hattı Kertil, 3. Müdafaa Hattı da Elmalı köyü olarak tesbit edilmiştir. Bu arada Kilis Müdafa-i Hukuk Heyeti ile de tanışmıştır. Önemli bazı savunmalarda işbirliği yapmışlardır.
Kilis- Antep yolu, Antep Harbinin kilit noktasıdır. Ne yapıp etmeli Fransızların bu yoldan Antep’teki işgal birliklerine yardım ulaştırmalarına engel olunmalıdır. Şahinbey, kendisine haber gönderen Antep’lilere şu cevabı vermektedir:
“ Müsterih olunuz, düşman arabaları cesedimi çiğnemeden Antep’e giremez”
5 Kasım 1919’da İngilizlerden işgal hareketini devralan Fransız’lar, bir türlü Anadolu’nun bu güzel beldesini işgale muvaffak olamamakta, şehir halkı, sınırlı imkanlarıyla karşı koymaktadır. Fransız’lar bütün ümitlerini Kilis’ten gelecek takviye kuvvetlerine bağlamışlardır. Fakat, o yolu da Şahinbey bir avuç serdengeçtisi ile tutmuştur. Şahinbey ve fadaileri 3 Şubat ve 18 Şubat 1920’de tam donanımlı Fransız birliklerini perişan etmişlerdir. Şahinbey zaferin ardından düşman kumandanına gönderdiği mektup’ta şöyle demektedir:
“Kirli ayaklarınızın bastığı şu toprakların her zerresinde şüheda kanı karışıktır... Din için, namus için, hürrüyet için ölüme atılmak bize ağustos ayı sıcağında soğuk su içmekten daha tatlı gelir.Birgün evvel topraklarımızdan savuşup gidiniz. Yoksa kıyarız canınıza.”
Saldıran düşman kuvvetleri bir avuç yiğit karşısında perişan olmanın şaşkınlığına düşmüşlerde. Bu şaşkınlık yerini öfkeye terketmiş ve Antep’e ulaşmak düşman kuvvetleri için bir prestij meselesi olmuştur.
Fransız kuvvetleri 25 Mart 1920’de Andrea kumandasında yola çıkar. Bu Fransız kuvvetleri sekizbin piyade ve ikiyüz süvariden oluşmaktaydı. Ayrıca, bu Fransız birliğinde, 1 batarya top, 16 ağır makinalı tüfek, çok miktarda otomotik tüfek ve 4 tank mevcuttu.
Kahraman Şahinbey ancak 100 kişi kalan fedaileriyle düşmanın karşısına dikilmişti. 25 Mart günü sabahtan akşama kadar çatışma devam etmiş ve şahinbey düşmana ağır kayıplar vermiştir.
Şahinbey gece gündüz uyumuyor, çatışma esnasında her tarafa yetişerek fedailerin manevi kuvvetlerini yükseltmeye çalışıyordu. Sırtındaki kaputu çıkartıp, nöbet bekleyen yiğitlerin üzerine örten Şahinbey, her hareketiyle örnek olmaktaydı.
28 Mart sabahına kadar düşmana aman vermeyen Şahinbey, durumun gittikçe kritik hal almasından sonra kendisine geri çekilmeye edenlere şöyle diyordu:
“Düşman burdan geçerse, ben Ayıntap’a ne yüzle dönerim? Düşman ancak benim vucudum üzerinden geçebilir. “Çatışmanın dördüncü günü öğleye doğru Şahinbey’in yanında 18 kişi kalmıştı. Onlarında şahadet şerbetini içmelerinden sonra tek başına kalan Şahinbey, son kuruşu kalıncaya kadar düşman ateşine karşılık vermiştir.
Atacak kurşunu kalmayan Şahinbey, tüfeğini yere çarparak kırmış ve sel gibi üzerine hücum eden düşmanlara karşı yumruklarını sıkarak karşı durmuştur. (Olayı Yavuz Bülent Bakiler şiirinde şöyle anlatmıştır).
Ben Antepliyim Şahinim Ağam
Mavzer omzuma yük,
Ben yumruklarımla dövüşeceğim
Yumruklarım memleket kadar büyük
Silahsız Şahinbey’in yanına yaklaşamayan düşman askerleri, uzaktan ateş ederek Şahinbey’i şehit etmişler, ardından süngü darbeleri ile aziz naaşını parça parça etmişlerdir.
28 Mart 1920 ’de 43 yaşında şehadet şerbetini içen Şahinbey’in şehadet haberi şehre gelince, yanık bağırlardan şu mısralar dökülmüştür:
Şahin’i sorarsan otuz yaşında,
Süngüyle delindi köprü başında.
Çeteler toplanmış ağlar başında,
Uyan Şahin uyan,gör neler oldu.
Sevgili Ayıntap’a Fransız doldu.
Antepliler düşmana tek bir taş vermemek için 11 ay düşmana kan kuşturmuşlar ve din için, millet için, vatan için 6.000’den fazla şehit vermişlerdir.
Şahinbey, İstiklal meşalesini tutuşturmuş, Onbinlerce Şahinler, tutuşturulan bu meşaleyi söndürmemek için var güçleriyle vuruşmaya koşmuşlardır...
KARAYILAN
Molla Mehmet KARAYILAN 1888 yılında Pazarcık a bağlı Höcüklü köyü Kürt Elif mezrasında kıl çadırda doğmuş olup, Besni nüfusuna kayıtlıdır.
Asıl adı Mehmet’tir.Malatya Akçadağ ilçesi Söğütlü köyü imamından Kur’an dersleri almıştır. Köyde ara sıra Namaz kıldırdığı için ona Molla denildi. Babası Memo bir köy kavgasında elindeki kılıçla köy halkının tamamını mağlup ettiğinden iyi dövüştüğü için ona Karayılan gibi kayıp gidiyor demişler. Bu nedenle Karayılan unvanı ona babasından kalmıştır.
Molla Karayılan Malatya, Pazarcık, İslahiye ye kadar uzanan bölgede yaşayan Atmalı boyunun Kabalar oymağındandır. Malatya Askerlik Şubesinden gönüllü olarak Seferberliğe ve Erzurum Doğu cephesinde Kazım Karabekir komutasında Kurtuluş Savaşına katılmıştır. Gösterdiği başarılardan dolayı madalya almıştır.
Cephede yaralanınca, Erzurum Hastanesine kaldırılmış, daha sonra Malatya hastanesine gönderilerek orada tedavi gördükten sonra terhis edilmiştir.
Köyüne dönen Karayılan Kabalar oymağının beyi olarak seçilmiş, Malatya ve Pazacık civarlarında ortalığı kasıp kavuran eşkıya Boz oyu yakalayıp ağaca asmış bu davranışından dolayı Askeri komutandan mükafat almıştır. Doğu cephesi komutanı Kazım Karabekir den bir gün kendisine bir telğraf gelir; “Düşman Kilitsen Antep’e girmek üzeredir, düşmanı Antepe sokmayınız gözlerinden öperim. Komutanın Kazım Karabekir” Karayılan bunu bir emir kabul etti ve savaş hazırlıklarına başladı. Ancak Antep henüz Karayılanın adını duymamıştı. Atmalı aşiretinden 82 gönüllü akrabasını çete olarak topladı. 1600 baş hayvanını satarak hiç kimseden yardım ve destek almadan çetelerini donattı.
Annesi Ayşe “Yavrum sen bu kadar malı mülkü satıp nereye gidiyorsun? Sen deli misin?” diyor. Karayılan; “Ana Ana sen doğuda Rusların- Ermenilerin yaptıklarını görseydin, şimdi sende durmaz giderdin” dedi.
Kadeşi Süro mamo yu Maraş a gönderdi, üç katır yükü silah satın aldı. Kimseye bilği vermeden kendi köyünden çeteleriyle birlikte geceden Karabıyıklı köyünde pusu kurdu. Maraş a giden Fransız kuvvetlerini perişan etti. 50 kadar Fransız askerini esir aldı, esirlerini kendi köyüne götürerek hergün onları koyun eti ile besliyordu. Karayılan Antep e gidince esirleri Pazarcık Kaymakamına teslim etti. Adını Karabıyıklı cephesi ile Antep e ve Türkiye ye duyuran Karayılana Heyet-i Merkeziye tarafından görev verilmek üzere davetiye çıkarıldı. Dülük köyüne gelen Karayılan eşkıya Samlı Kel Ahmet i bu köyde ağaca astı. Kılıç Ali ile bu köyde tanıştı.
Antep e giren Karayılan 82 çetesi ile birlikte Karagöz Camii ne yerleşti. Daha sonra çetesi 150 yi buldu. Bu arada Karayılan Antep cezaevinin kapılarını aştırmış hükümlerin ellerine silah vermiş çetesine yeni gönüller katmıştır.
Elmalı cephesinde 1. ve 2. Ağcakoyunlu cepheleri, İkizkuyu cephesi, Nizip yolu savaşları, Mağarabaşı savaşları ve Kurbanbaba savaşına katılan Karayılan; İkiz kuyu cephesinde Fransız katar kolunu perişan etmiş, Fransız kumandan Norman kolundan yaralanarak Halep e kaçmıştır. Normanın hanımı ise Karayılanın cephesine esir düşmüştür.
Hanım iki ay çetelerle birlikte kalmış mütarekeden sonra başkarakolun orda hanımı Normana teslim edilmiştir. Antep in teslim olmasından sonra, Fransızlar yardım dağıtırken çeteler yardım almaya gelmezler, Normanın hanımı bizzat ismen onları çağırtarak kocası normana “Ne istiyorlarsa onlara fazlasıyla ver. Onlar bana dokunmadılar, iki ay boyunca bana bir hanımefendi gibi baktılar” deyince Norman çetelere ne istediklerini sorar.
Çetelerde silah ve mermi istiyoruz dediler. Bunun üzerine silah ve mermiyi ne yapacaksınız diye sorulunca size sıkacağız dediler.
Karayılan 24 Mayıs 1920 sabahı kalkar her zaman olduğu gibi beyaz kefenini giyer, sabah namazını kıldıktan sonra kamçı ve gümüş saplı kamasını Karagöz camii Mehmet Ömere teslim eder “Hocam ben cepheden dönersem emanetimi geri verirsin. Şehit olursam bunları köydeki kızım Selvi ye verirsin” der.
İşte o gün bu gündür 24 Mayıs 1920 Sarımsak tepede zorlu bir savaştan sonra düşman kaçmaya başlayınca sevinerek mevzi değiştirmek ayağa kalkan Karayılan,Hayri Efendinin bağının çitinin üzerinden geçerken talihsiz bir kurşun göğsünü parçalamıştır. O gün kendisi ile birlikte 19 arkadaşı daha şehit olmuştur. Sarımsak tepe Karayılanın son cephesi olmuştur. Antep iki ay içerisinde kader arkadaşı olan iki kahramanı kaybetmiş olup Şahin Bey ve Karayılan’ın şehadetinden sonra Antep pek fazla aşlığa dayanamadan telsem olmuştur. Antep’liu bu savaşta 6347 şehit vermiştir.
GÖRDESLİ MAKBÛLE
Yunanlılar Sakarya Meydan Muharebesi’ni kaybetmiş, Afyon mevzilerine çekilmişlerdi. Hummalı bir faaliyetle yeni mevzilerini kuvvetlendirmeye çalışıyorlardı. Fakat Yunan Başkumandanlığı’nın canını sıkan en mühim neden; en emniyetli olması lazım gelen cephe gerisi hareketlerinin, bilakis büyük bir huzursuzluğa maruz kalmasıydı.
Cephe gerilerinde gerilla harbi vardı. İşgal altında kalan Türkler mücadeleden vaz geçmemişlerdi.
Küçük küçük gruplar halinde çalışan Türk çeteleri fırsat buldukça, Yunan geri hizmet ve ikmal birliklerine baskınlar yapmaktaydılar.
Cephe gerilerinin emniyetini sağlamak için buralarda kullanılan muharip birliklerin bütün dikkati Akıncılar müfrezesindeydi. Zira en büyük zararı bu müfrezeden görmekteydiler.
Gördes–Sındırgı–Akhisar üçgeni içindeki sahada, bir Türk, (Gördesli Halil Efe) Akıncılar çetesi kendilerinden çok üstün bir kuvvetle çarpışmaktaydı. Nâmüsaid şartlar içinde meydana gelen bu karşılaşmada Akıncılar müfrezesinin tek avantajı araziyi iyi tanıması ve bu sûretle manevra yapabilmesiydi. Buna rağmen, muharebeyi kesip sıyrılmaya imkân yoktu ve çetenin cephanesi gitgide tükenmekteydi. Saatlerce süren bu gayrî müsait çarpışma, muhariplerin moralini bozmaktaydı. Fakat, çetenin içinde bulunan bir kadın kahramanın, zaman zaman kükremesi onlara, yeni bir mücadele ruhu ve cesaret aşılamaktaydı.
Kükremiş bir aslan
16 Mart 1922’de Kocayayla’da cereyan eden bu çarpışmada durum gittikçe çetenin aleyhine dönmekteydi. Birçok muhariplerin gözü düşmandan çok, çekilecek bir istikâmet aramakla meşguldü. Her zaman olduğu gibi bir ara Makbûle’ Hanım’a yeni bir heyecan ihdas etme fırsatı çıktı. Düşman ateşinin durakladığı bir sırada Makbûle’yi kükremiş bir arslan gibi düşmana saldırırken görüyoruz. Bu hareketin ruhlarda yarattığı ateşin parlaması ile sönmesi bir oldu. Çünkü bu genç ve cesur kadın, alnından aldığı bir mermi yarası ile yere yıkıldı. Başta Halil Efe olmak üzere, bu acı kayıp bütün erkekleri sarstı. Cesaret kaynaklarını kaybeden çete için muharebeye devam etmek, artık mümkün değildi. O kadar değildi ki, bu mukaddes ve muazzez şehidenin mubârek naşını bile kaçırmaya imkân yoktu. Onu gömmediler bile. Mevcut siperlerden birine olduğu gibi yatırılan Makbûle’nin cesedi, birkaç avuç toprakla ancak örtülebildi.
Gördesli Makbûle, Halil Efe ile 1921 senesinde evlenmişti. Fakat bir çokları gibi bu bedbaht çiftin de balaylarını düşman karşısında geçirmeleri mukaddermiş. Silaha sarılan genç karı–koca; kurdukları çete ile dağlara çıkarak; aylarca düşmanla çarpışmıştı. Çok zaman baskın yapan, bazen da baskına uğrayan Akıncı müfrezesi bir uğur ve kahramanlık sembolü gibi yanlarından ayrılmayan bu kadın kahramandan örnekler aldı.
KORELİ ŞEHİT
Olay 1974 yılında yapılan Kıbrıs Harekatı’nda yaşanmış.
Savaş sırasında bir gün, bizim askerlerden birinin yanına bir başka Mehmetçik gelmiş. Biraz hoşbeşten sonra, ailesine ulaştırması için ona bir mektup vermiş. Bizimki, "Kardeşim savaştayız. Kimin ne olacağı belli değil ki. Belki sen gidersin de, ben kalırım" dese de diğer asker, sürekli, "Hayır sen gideceksin, ben kalacağım," diyormuş. Sonunda başa çıkamayınca razı olmuş. Mektubu götüreceğine söz vermiş. Bir daha o askeri görmemiş. Bi süre sonra da olayı unutmuş.
Savaştan yıllar sonra, askerlikle ilgili eşyalarını karıştırırken bir anda eline o mektup geçmiş. Verdiği sözü tutmamış olmanın rahatsızlığıyla hemen mektubun üzerindeki adrese doğru yola çıkmış. Giderken de, "Döndüyse kendisini görürüm, şehit olduysa ailesine başsağlığı dileyip mektubu veririm" diye aklından geçiriyormuş.
Sonunda evi bulup kapıyı çalmış. Kapıyı açan yaşlı teyzeye, Kıbrıs’ta birlikte savaştıkları oğullarından bir mektup getirdiğini, kendisiyle görüşmek istediğini söylemiş. Kadın şaşkınlık içinde adamı içeri buyur edip kocasının yanına götürmüş. Yaşlı adam olayı dinledikten sonra, "İyi de evladım, bizim Kıbrıs’ta savaşan bir oğlumuz yok ki" demiş. Ardından da diğer odaya gitmiş ve elinde bi fotoğrafla geri dönmüş. Resmi bizimkine göstererek, "Sana mektubu veren bu muydu?" diye sormuş. Bizim Kıbrıs gazisinin gözleri parlamış: "Evet, işte bu askerdi. Ama Kıbrıs’ta savaşan oğlunuz yok demiştiniz." Anne çoktan gözyaşlarına boğulmuşmuş bile. Baba ise başını sallayıp üzüntülü bi sesle, "Evet bu bizim oğlumuz. Ancak Kıbrıs’ta değil, yıllar önce Kore’de şehit oldu" demiş.
SAKA HÜSEYİN
"İkinci Anafartalar taarruzundan sonra, Türk birlikleri Anafarta Ovası’na ve tepelere yerleşmişti 35. Piyade Alayı 2.Bölük erlerinden Hayrabolu’lu Hüseyin alayın su ihtiyacını gidermekle görevli idi sabahın alaca karanlığında katırı ile yola çıktı.Bigalı Köyüne gidip, kuyulardan tahta, damacanalara su doldurup geriye dönüşünü akşamın karanlığına denk getirmeye çalışırdı.
Katır önde, bizim Saka Hüseyin arkada ama, yola çıkmadan evvel katırının kulağına eğilir, her defasında söylediği sözleri tekrarlardı: "Haydi, Büyük Anafarta Köyünün üstünden 35. Piyade alayının bulunduğu siperlere" katır gide-gele bu yollara alışmıştır.
Fakat yolda, Hüseyi’nin çenesi durur mu? Savaş var imiş! Yığınla yaralı taşırlar imiş, umurunda mı? O bir türkü tutturmuş gidiyordu:
"Pınar baştan bulanır
İner dağı dolanır
Al başımdan sevdayı
Buna can mı dayanır.
Rinna, rinna yarim
Rinna, rinna."
Saka Hüseyin damacanlarına suyu doldurarak "deh" deyip akşam karanlığında yola koyulur.Siperlerde 2. Bölük su bekliyor.Yaralılar daha da çok su bekliyorlar.Birden bire, yanı başında iki karaltı beliriyor.Gavurca haykırıyorlar!
"Dur! kımıldama!"
Hayrabolulu Hüseyin’in yapacak hiç birşeyi yok akıl almaz, gene de eşi görülmemiş büyük bir zeka kıvraklığı ile; düşman erlerine gevrek gevrek gülümsemeye başlar ve eliyle, koluyla katırının sırtında sallanan su damacanalarını gösterir, "Kumandan, kumandan?..." diye geveleniyor ve büyük bir saygı ile anzak kumandanını selamlayarak "Emret gavur kumandan!" der.Derhal bir tercüman bulunur. Saka Hüseyin anlatmaya devam eder.
"Bu su damacanalarını kendi kumandanım gönderdi. Sizin yaralılarınıza hediyemizdir.Düşmanımız susamıştır, susuz kalmasınlar dedi Mülazım Efendi!" ve arkasından ilave etti.Bu sudan verinde bir bardak ben içeyim der!"
Anzak Teğmeni kıpkırmızı kesilir... Gözleri dolar.İlk iş Hüseyin’i kucaklayıp iki yanağından öpmek.İkinci iş, Hüseyin’i tartaklayan devriyeleri bir güzel fırçalamak, üçüncü iş, Hüseyin’i siperin dibine oturtup soluklandırmak, o " comed bell" kutularından, Oxo et suyu özündeni sarma tütünden, cigara kağıtlarından, Topler çikolata paketlerinden bol bol yağdırmak...Bu aldıkları hediyeleri katırın sırtına vurur, kurnaz bir tilki gibi, siperden sipere zıplayıp kapağı ikinci bölük hattına atınca, bu sefer gözleri fal taşı gibi açılma sırası Mehmetçik’ tedir."
Baki Vandemir Paşa
Çanakkale Savaşları Komutanlarından.
|
|