€ $ € r T ü r K I Spor, Video, Resim, Müzik, Film, Dizi, Forum, Haberler (---Yeni Dünyanız---)
  Atatürk İlkeleri ve Devrimleri
 
ATATÜRK İLKELERİ


CUMHURİYETÇİLİK


Cumhuriyet bir devlet biçimidir. Cumhuriyette esas olan ilk öğe, devlet başkanının belli bir süre için seçilerek iş başına gelmesidir. Bu bakımdan cumhuriyet, başta bir hükümdarın bulunduğu devlet biçimlerinden (monarşilerden) ayrılır. Monarşilerde devletin başı, belli bir aile içinden çıkar, normal koşullar altında, ölünceye kadar iş başında kalır. Yerine gene aynı aileden bir başkası gelir. Her monarşide, aile içinden kimin hükümdar olacağı belli bazı kurallara göre saptanır. Cumhuriyette devlet başkanı belli bir süre içinde seçimle iş başına gelince, ileri gelen diğer kişilerin de seçimle belirlenmesi gerekir. Bunlar genellikle o toplumda yasa koyacak kimselerdir.

Gerek devlet başkanının, gerek yasa koyma yetkisine sahip olanların seçimle iş başına gelmesi şartının kabulü ile cumhuriyet tam anlamıyla belirmiş sayılmaz. Şimdi sorun seçim üzerinde düğümlenecektir. Seçime kimler katılacaktır? Belli bir grup vatandaşa seçme ve seçilme hakkı verilirse belki dış görünüşü bakımından bir cumhuriyetle karşılaşılır. Böyle cumhuriyetler ilkçağ Yunan kent devletlerinde, bazı ortaçağ İtalyan ve Alman bölgelerinde (Venedik, Ceneviz cumhuriyetleri, Hansa kentleri gibi) görülmüştür. Bu tür eski cumhuriyetlerde seçime katılma hakkı sadece belli bir grup vatandaşa verilmişti. Onlar, yaptıkları seçimle iş başına gelen kadroya dayanarak tüm toplumu yönetiyorlardı. Bugünkü anlayışımıza göre bu tür cumhuriyetler amaca uygun birer rejim değillerdir. Onlara aristokratik veya oligarşik cumhuriyetler denilir.
Demek ki, cumhuriyet biçiminin amaca uygun olarak gerçekleşmesi için, belli bir olgunluk yaşına gelmiş her vatandaşın seçime katılması gerektir. Bu anlamıyla cumhuriyetler Amerika Birleşik Devletleri'nin kurulması ile doğmaya ve ancak büyük Fransız inkılâbından sonra yayılmaya başlamıştır. Gerçi ünlü düşünürler cumhuriyeti çok önceden kafalarında kurmuş ve tanımlamışlardır. Ancak uygulama XIX. yüzyılın sonuna doğru ortaya çıkmıştır. Seçme ve seçilme hakkının tüm vatandaşlara tanınması ve uygulamaya geçilmesiyle gerçek cumhuriyet kurulmuş ve işlemeye başlamıştır. Ancak bu devlet biçimini daha iyi ve köklü olarak yaşatmak, seçimin demokrasi şartlan içinde yapılması ile mümkündür. Yukarıda demokrasinin tanımı görülmüştü, işte gerçek cumhuriyet demokratik hayatla gerçekleşir.

Osmanlı Devleti, bir cumhuriyet değildi. Padişahlar Osmanlı Ailesi içinden çıkarlardı. Devleti ve milleti yönetme yetkisi kesinlikle padişahındı. Gerçi meşrutiyet döneminde halkın oyu ile seçilmiş meclisler vardı. Ancak bu meclisler padişahın üstünde değildi, tersine, padişah bunların, yani millet isteğinin üzerinde idi. Son karar, son söz kesinlikle padişahındı.
Bu yönetim biçiminin sakıncalarını yaşanılan türlü olaylar göstermiştir. Atatürk, cumhuriyet ilânı ile devlet içinde karar verecek en yetkili ve son makam olarak milletin tanındığını belirtmiştir.

Atatürk, bir cumhuriyet âşığı idi. Daha kimse bu kelimeyi ağzına alamazken, genç Mustafa Kemal, padişahlık rejimine karşı çekinmeden saltanatın kaldırılıp cumhuriyetin kurulması gereğini söyleyebiliyordu. Hele millî mücadeleye başlarken bunu açıkça belirtmişti. Erzurum Kongresi'nin açılacağı günlerde yakın arkadaşlarına cumhuriyetin kurulacağını anlatıyordu. Nihayet bilinen aşamalardan sonra cumhuriyet rejimine kavuştuk. Kişisel saltanata son verildi.

Atatürk, cumhuriyeti demokrasi içinde İşleyen en ideal bir rejim olarak görmektedir. O şöyle söylüyor: "Demokrasinin bütün anlamıyla ideali, milletin tamamının aynı zamanda yöneten durumda bulunabilmesi, hiç olmazsa devletin son iradesini yalnız milletin ifade etmesini ve belirtmesini ister. Ne yazık ki, milletlerin nüfus çokluğu, düşünce eğitimi düzeyleri, idealin uygulanmasında, idealden büsbütün yoksunluğa yol açacak ihtiyatsızlıklardan kaçınmayı gerektirmektedir. Şu duruma göre demokrasi ilkesinin en modern ve mantıksal uygulamasını sağlayan hükümet biçimi, cumhuriyettir. Cumhuriyette son söz, milletçe seçilmiş meclisindir. Millet adına kanunları o yapar. Hükümete güven oyu verir, ya da vermez, onu düşürür. Millet vekillerinden hoşnut kalmazsa başkalarını seçer. Cumhuriyette meclis, cumhurbaşkanı ve hükümet bilirler ki, kendilerini iktidar ve yetki yerine belli bir zaman için getiren, irade ve egemenliğin sahibi olan millettir. Gücünün ve yetkisinin Tanrıdan geldiğini ve yalnız ona karşı ahirette hesap verebileceğini varsayan ve devleti, ülkeyi kendine mirasla kalmış bir malikane kabul eden bir hükümdar, kendini her türlü sınırlamadan uzak görür. Böyle bir yönetimde milletin benliği, özgürlüğü söz konusu dahi olamaz. Şu duruma göre, yetkileri sınırlı dahi olsa, hükümdarlık biçimi demokrasiye, millî egemenlik ilkesine uygun değildir".

Pek iyi anlaşılıyor ki, Atatürk, halkın kendini doğrudan doğruya yönetmesi demek olan demokrasiyi en ideal devlet biçimi kabul etmektedir. Ancak bütün bilginlerin de söyledikleri gibi, halk kendini doğrudan doğruya yönetemez, çünkü bugün milyonlarca kişinin bir araya gelerek her zaman devlet işlerini yürütmeleri mümkün değildir. Öyle ise demokrasiyi gerçekleştirmek ancak cumhuriyetle mümkündür. Cumhuriyette millet, yöneticileri belirli bir zaman için seçer, belli bir süre geçince, hoşnut kalmamışsa, onları görevden uzaklaştırır, işte cumhuriyet demokrasisi budur. Bu rejimin kişisel saltanattan çok daha iyi olduğu kuşkusuzdur.
Atatürk, belli kişilerin seçimle iş başına gelip, bir daha iktidardan ayrılmaması demek olan Faşizm ile, milletin tümüne değil de, sadece birkaç tabakaya dayanarak millet egemenliğini reddeden Bolşevizm'e karşı çok açık bir cephe almıştır. Her iki rejimin geliştiği bir dönemde millet egemenliğine dayalı cumhuriyete sıkı sıkıya bağlı kalması, yalnız bizim için değil, tüm insanlık için bir kıvanç kaynağıdır.

Atatürk'e göre, "Türk Milletinin tabiatına ve geleneklerine en uygun olan yönetim, cumhuriyet yönetimidir". Atatürk, demokrasinin Osmanlı Saltanatı içinde yeşeremediğini açıkça görmüştür. Demokrasi ancak cumhuriyetle kökleşip gelişebilirdi. Bunun içindir ki, Türk inkılâbının baş ilkeleri arasında cumhuriyetçilik sayılmıştır. Milletin kendi yönetimi olan cumhuriyete içten bağlılık, yücelme yolunu aşmanın baş şartıdır.


--------------------------------------------------------------------------------

Atatürk'ün Cumhuriyetçilik ile İlgili Bazı Sözleri

Türk milletinin karakterine ve adetlerine en uygun olan idare, Cumhuriyet idaresidir. (1924)

Cumhuriyet rejimi demek, demokrasi sistemiyle devlet şekli demektir. (1933)

Cumhuriyet, yüksek ahlaki değer ve niteliklere dayanan bir idaredir. Cumhuriyet fazilettir. (1925)

Bugünkü hükümetimizin, devlet teşkilatımızın doğrudan doğruya milletin kendi kendine, kendiliğinden yaptığı bir devlet ve hükümet teşkilatıdır ki onun adı Cumhuriyettir. Artık hükümet ile millet arasında geçmişteki ayrılık kalmamıştır. Hükümet millet ve millet hükümettir. (1925)









MİLLİYETÇİLİK



Ait olduğu milletin varlığını sürdürmesi ve yüceltmesi için diğer bireylerle birlikte çalışmaya, bu çalışmayı ve bilinci, diğer kuşaklara da yansıtmaya "milliyetçilik" denilir. Şu tanıma göre milliyetçiliğin en önemli öğesi "millet" olmaktır. Öyle ise millet nedir?
Bir insan topluluğuna millet diyebilmek için bazı niteliklerin o toplumda olup olmadığı saptanmalıdır. Bazı anlayış biçimlerine göre, bir topluluğun millet sayılabilmesi için ırk birliği yetişir. Bu eksik bir görüştür. Aynı ırktan olmadıkları halde bugün milletlikleri tartışılmaz topluluklar vardır, İsviçreliler ve Amerikalılar gibi, bazılarına göre ise millet olmanın baş şartı aynı dili konuşabilmektir. Bu da her zaman doğru sayılamayacak bir görüştür. İsviçre'de üç ayrı dil konuşulur ama bütün İsviçreliler bir millettirler. Buna karşılık aynı dili konuşan pek çok Arap milleti vardır. Iraklılar ile Faslılar aynı dili konuştukları halde aralarında büyük farklar bulunur, ikisi de ayrı birer millet sayılabilirler.

Kimileri de millet olmanın baş şartı olarak din birliğini kabul ederler. Kuşkusuzdur ki, artık bu da savunulamaz bir görüştür. Bugün dünyanın en büyük milletlerinden sayılan Japonların içinde çok çeşitli dinler vardır. Gene ayrı birer din gibi kabul edilebilecek Katoliklik ile Protestanlık Almanya'da, Amerika'da yan yana yaşamaktadır. Ama aynı dinden oldukları halde Müslümanlar hiçbir zaman tek millet sayılamamışlardır.

Öyle ise sayılan bütün bu şartlar bir insan topluluğunun millet olmasına yetmemektedir. Aynı toprak parçası üstünde yaşayan insanların millet olması için ilk şart, ortak bir geçmişe, kader birliğine, ortak bir gelecek hedefine sahip olmaktır. Bu, en tutarlı ve geçerli görüştür. Milliyet bağı böylece maddi olmaktan çok manevi bir ilişkidir. Bu görüşü benimseyen Atatürk, milleti şöyle tanımlamaktadır: Bir insan topluluğunun millet sayılabilmesi için "zengin bir hatıra mirasına, birlikte yaşamak hususunda ortak istekte samimi olmaya, sahip olunan mirasın korunmasını birlikte sürdürebilmek konusunda iradelerin ortak bulunmasına, gelecekte gerçekleştirilecek programın aynı olmasına, birlikte sevinmiş, birlikte aynı ümitleri beslemiş olmaya" ihtiyaç vardır, işte bu ana şartları taşıyan bir insan topluluğu millet sayılır. Gene Atatürk'e göre, bu şartların doğal sonucu, ortak milli bir düşünce, ideal ve en önemlisi ortak dilin ortaya çıkmasıdır. Gerçi dil birliği millet olmanın baş şartı değildir ama insanları düşünce, ruh ve kültür açısından birbirine bağlayan ana dilin, pek çok millette tek olduğunu da unutmamak gerekir.

Görülüyor ki, Atatürk, Türk milletini ırk veya din esası üzerine oturtmamıştır. Zaten akılcı bir yaklaşımla buna imkân da yoktur, özellikle Anadolu'daki Türk toplulukları başka ırklarla, yüzlerce yıldan beri kaynaşmış durumdadırlar. Anadolu'nun uygarlıkları birbirine bağlayan bir bağ olması bu sonucu doğurmuştur.

Atatürk'ün millet anlayışı akılcı ve insancıldır. Atatürk'e göre bir milleti başka milletlerden ayıran nitelikler vardır. Her millet kendi yetenekleri, kültürü ve imkânları çerçevesinde kendini diğerlerine kabul ettirmek ve mutlu yaşamak zorundadır, işte bir milletin bireylerinin bu biçimdeki davranışları milliyetçiliktir. Türk milliyetçiliğinin amacı, Türk'ün her alanda yükselmesi, yücelmesidir.

Atatürk'e göre, "asıl olan millettir, ilham ve güç kaynağı milletin kendisidir. Bir millet için mutluluk olan bir şey, diğer bir millet için felâket olabilir. Aynı sebepler ve şartlar birini mutlu ettiği halde, diğerlerini mutsuz kılabilir", öyle ise, her millet akıl ve bilim yolu ile yalnız kendi değerlerini ve çıkarlarını bulmalıdır. "Türk milliyetçisi, gelişme ve ilerleme yolunda ve uluslararası ilişkilerde bütün çağdaş milletlere paralel olarak, onlarla bir uyum içinde yürüyecektir. Ama bunu yaparken Türk milletinin özelliklerini, bağımsız kişiliğini koruyacaktır. Türk Milliyetçisi diğer milletlerin hakkına, bağımsızlığına saygı gösterecektir. Ancak böylelikle diğer milletlerden de saygı görecektir. Kimsenin yurdunda gözümüz yoktur. Çünkü her milletin yurdu kutsaldır. Türk, büyük gücünü ancak haklarına saldırı olduğu zaman kullanacaktır".

Atatürk, bütün milletlere saygı duyar, ama onların hepsinin üstünde Türk'ü görür. Ona göre, "Dünya yüzünde Türk'ten daha büyük, ondan daha eski, ondan daha temiz bir millet yoktur ve bütün insanlar tarihinde görülmemiştir". Atatürk, tarih alanındaki olağanüstü çalışmalarıyla Türk'ün geçmişini aydınlatarak bu görüşe erişmiştir. Böylesine üstün bir milletin yurdu da kutsaldır. Vatan sevgisi, milliyetçiliğin önde gelen öğelerindendir; "Vatanımız, Türk milletinin eski ve yüksek tarihi ve topraklarının derinliklerinde varlıklarını sürdüren eserleri ile bugünkü yurttur. Vatan hiçbir kayıt ve şart altında ayrılık kabul etmez ve bütündür".

Mademki vatan kutsaldır ve bir bütündür, öyle ise "memleketi doğu ve batı diye ikiye ayırmak doğru değildir". Çünkü yurdumuz kutsaldır. "Yurt toprağı, sana her şey feda olsun. Kutlu olan sensin. Hepimiz senin için fedaiyiz. Fakat sen, Türk milletini ebedi hayatta yaşatmak için feyizli kalacaksın".

Atatürk'ün Türk milliyetçiliği üzerinde bu kadar çok durmasının derin sebepleri vardır. Bu sebepler de gene tarihten kaynaklanmaktadır.
Türklerin dünya tarihine ve uygarlıklara yaptığı üstün hizmetler bilinmektedir. Ama ne yazık ki, Türklerin kurduğu en büyük, en görkemli
devletlerden Osmanlı İmparatorluğu'nun yapısı, tam bir milliyetçilik anlayışının doğmasına imkân vermemiştir.

Osmanlı İmparatorluğu'nda her bakımdan birbirinden farklı çok çeşitli uluslar yaşardı. Bunu biliyoruz. XVIII. yüzyıl sonlarına kadar dünyada milliyet ilkesi pek bilinmiyordu. Gerçi devletler kuran milletler, kendi yaşama biçimlerini, kültürlerini, anlayışlarını geliştiriyor, dillerini kullanıyorlardı, bağımsızlıklarını koruyorlardı. Ancak bunları belli bir millete bağlı olma bilinci içinde değil, belki toplumsal bîr zorunluluk olarak yapıyorlardı. Millete benlik veren milliyetçilik değil, din idi. Her millet mensup olduğu dinin buyruklarına ve kalıplarına uyarak yaşıyordu.

XVII. yüzyıldan itibaren Batı'da iyice güçlenen akılcılık, aynı zamanda milliyetçiliği doğurmuştur. Batıda, çeşitli milletlere mensup olan düşünürler, her milletin diğerinden farklı olduğunu görmüşler, insanları dinin değil, milliyetin ilk planda birbirine bağlamasının akla uygun olduğunu anlamışlardır. Böylece milliyetçilik Batı'da gelişerek siyasal hayata girdi. XVIII. yüzyıl sonunda çıkan Fransız İhtilâl ve onu izleyen büyük inkılâpla, milli devlet ve dolayısiyle milliyetçilik hızla bütün dünyaya yayılmaya başladı.

Özellikle çok uluslu devletler için milliyetçilik akımı bir felâketti. Milliyetçilik akımının çok uluslu bir devlet olan Osmanlı İmparatorluğu için önem taşımış, imparatorluk sınırlan içinde yaşayan ve Türk olmayan çeşitli uluslar bağımsızlık isteği ile ayaklandılar. Osmanlı devlet adamları buna karşı bir çare aradılar: Din ayrımını kaldırarak ülkede yaşayan herkesi "Osmanlı" ilân ettiler. Ama bu kesin bir çözüm yolu değildi. Milliyetçilik bir büyük akımdı ve bu hareketi böyle bir davranışla önlemek mümkün değildi. Nitekim ülkede yaşayan uluslar birer ikişer ayaklanarak Osmanlı yönetiminden kopuyor, kendi milli devletlerini kurarak bağımsızlıklarını ilân ediyorlardı.
Bu durum karşısında bazı Türk düşünürleri milliyetçilik akımının önlenemeyeceğini anlamaya başladılar. Şimdi yapılması gerekli olan, elde kalan ve üzerlerinde Türklerin yaşadığı vatan topraklarım, yeni milli devletlerin sataşmalarından kurtarmaktı. Hiç değilse bundan sonra Türk, vatanına sahip çıkmalıydı. Böylece, imparatorluk sınırlan içinde yaşayan çeşitli milletler arasında en son, Türklerin milliyetçilik anlayışı doğmuştur. Bu da XX. yüzyıl başlarına denk düşmektedir.

Türk milliyetçiliği doğarken, yalnız Türklerin değil, bütün Müslümanların tek millet olması gereğini ileri sürenler de çıktı. Ama Müslüman Osmanlı vatandaşı olan Arapların Birinci Dünya Savaşında, Hıristiyan düşmanlarımızla iş birliği yaparak bizi arkadan vurmaları, milletin dine dayandırılamayacağını çok açık ve acı biçimde göstermiştir.

Atatürk, yeni Türk Devleti'ni kurduğu vakit durum bu idi. Bütün millete Türklüğünü anlatmak, göstermek, bu çok önemli konu üzerinde durmak gerekiyordu. Artık çok uluslu Osmanlı Devleti tarihe karışmıştı. Anadolu'da ve Doğu Trakya'da yalnız Türkler yaşıyordu. Atatürk, Lozan Konferansında Türkiye'de yaşayan Rumları Yunanistan'a yollamayı başarmıştı. Engin ve büyük bir tarihe sahip olan Türkler, artık Türkiye'de en yüksek oranda çoğunlukta idiler. Milli devlet kurulabilirdi. Bu bölümün başında belirtildiği gibi, her millet kendi yücelmesini, kendi yetenekleriyle sağlar. Bunun için de katıksız bir milliyetçilik gereklidir.

Atatürk, yaşadığı sürece hep Türk milliyetçiliğini geliştirmeye çalışmıştır. "Ne Mutlu Türküm diyene" sözü, milletimiz yaşadıkça anlamı yücelecek çok üstün bir görüşün simgesidir.


--------------------------------------------------------------------------------

Atatürk'ün Milliyetçilik ile İlgili Bazı Sözleri

Türkiye Cumhuriyeti'ni kuran Türk halkına, Türk milleti denir. (1930)

Diyarbakırlı, Vanlı, Erzurumlu, Trakyalı her bir soyun evlatları ve aynı cevherin damarlarıdır. (1923)

Biz doğrudan doğruya milliyetperveriz ve Türk milliyetçisiyiz. Cumhuriyetimizin dayanağı Türk toplumudur. Bu toplumun fertleri ne kadar Türk kültürü ile dolu olursa, o topluma dayanan Cumhuriyet de, o kadar kuvvetli olur. (1923)

Biz öyle milliyetçileriz ki, bizimle işbirliği yapan bütün milletlere saygı duyarız. Onların milliyetlerinin bütün gereklerini tanırız. Bizim milliyetperverliğimiz her halde bencil ve gururlu bir milliyetperverlik değildir. (1920)






HALKÇILIK



Bir milleti oluşturan, çeşitli mesleklerin ve toplumsal grupların içinde bulunan insanlara halk denir. Bu akımdan halkçılık ilkesi hem
cumhuriyetçilik hem de milliyetçilik ilkelerinin zorunlu bir sonucudur.

Atatürk'e göre millet ile halk aslında tek anlama gelmektedir. Halkçılık ise millet içindeki çeşitli insan gruplarının çıkarına ve yararına bir siyaset izlenmesi, halkın kendi kendini yönetmeye alıştırılmasıdır.

Halkçılık, cumhuriyetçiliğin doğal bir sonucudur denildi ki, bu çok doğrudur. Cumhuriyet, halkın kendi yöneticilerini kendi içinden seçmesi anlamına gelmektedir. Böylece cumhuriyet rejimi, bir halk rejimi olmaktadır.
Aynı biçimde, halkçılık, milliyetçiliğin de bir sonucudur. Millet halktan oluştuğuna göre, milliyetçilik, Türk halkının mutluluğu için çalışmak, ortak geçmişe ve geleceğe halkla birlikte bağlanmak demektir.

Atatürk, daha TBMM açılır açılmaz, yeni kurulan devletin bir halk devleti olduğunu belirten pek çok konuşmalar yapmıştır. Artık halk, bir kişi tarafından yönetilmemekte, kendi kendini yönetmektedir.

Halkçılık ilkesinin uygulanması ayrıca, toplumda hiç kimsenin diğerinden üstün olmamasının, kanun önünde kesin eşitliğin kabulü anlamına da gelmektedir. Gerçek halkçılıkta hiçbir toplumsal gruba, zümreye ayrıcalık tanınmaz. Halk her bakımdan birbirine eşit kimselerden oluşur.
Bugün bazı rejimler halkı yalnız belli bir grup insandan ibaret saymaktadırlar. Bu rejimlerin adı olan halk cumhuriyeti yanıltıcıdır. Çünkü sadece belli bir grup halkın devleti anlamına gelmektedir. Gerçek budur. Ama Atatürkçü halk devletinin uzaktan yakından böyle bir anlam taşımadığı ve belirtmediği hemen söylenmelidir.

Atatürkçü halk devleti, Türk halkının tümünü, yani Türk milletini kapsamına alır. Böyle bir halkçılık anlayışı, gerçek demokrasinin kurulması için gerekli olan ortamı en iyi biçimde hazırlar.


--------------------------------------------------------------------------------

Atatürk'ün Halkçılık'la İlgili Bazı Sözleri

İç siyasetimizde ilkemiz olan halkçılık, yani milletin bizzat kendi geleceğine sahip olması esası Anayasamız ile tespit edilmiştir. (1921)

Halkçılık, toplum düzenini çalışmaya, hukuka dayandırmak isteyen bir toplum istemidir. (1921)

Türkiye Cumhuriyeti halkını ayrı ayrı sınıflardan oluşmuş değil, fakat kişisel ve sosyal hayat için işbölümü itibariyle çeşitli mesleklere ayrılmış bir toplum olarak görmek, esas prensiplerimizdendir. (1923)


LAİKLİK


Türk ve yabancı bütün bilim adamları Atatürk inkılâbının en önemli öğesi olarak laikliği kabul ederler. Gerçi Türk inkılâbı, içinde taşıdığı ilkelerle bir bütündür. Ama bu bütünün dayandığı iki ana temel, milliyetçilik ve laiklik, öteki ilkeleri sağlamlaştırır.

Laikliğin kısa tanımı, daha önce belirlenmişti. Yeniden özetleyecek olursak, laiklik; devlet düzeninin ve hukuk kurallarının dine değil, akla ve bilime dayandırılmasıdır.

Çok uzun bir zaman hemen hemen bütün insan toplulukları, dinlerin koyduğu esaslara göre yönetilmişlerdir. Çünkü insanların akıl ve bilim alanlarında olgunlaşması kolay olmamış, uzun bir zaman almıştır. Bu dönemde insanlar, kendi akıl ve iradeleri dışında kalan birtakım güçler tarafından yönetildiklerini kabul ederek rahatlamışlardır. Bu sebeple, devletlerle özdeşleyen dinler ve din adamları, giderek büyük ölçüde güçlenmiş, gelişen insan zekisinin önüne engeller koyarak varlıklarını sürdürmeye çalışmışlardır.

Dinler, inanç kavramına dayanırlar, ister ilkel olsun, ister gelişmiş, her dinin temeli belli varlıklara ve olgulara tartışmadan inanmaktır, insanlar özellikle ölüm gibi en ürkütücü olay karşısında inanç dünyalarını zenginleştirmiş, dinsiz yasayamaz duruma gelmişlerdir. İnsanoğlunun evren ve ölüm karşısındaki çaresizliği, zengin inanç sistemleri doğurmuştur. Bu çaresizliğe karşı tek sığınılacak yerin din oluşu, dinlerin insanları yönetmesi sonucunu vermiştir, ilk zamanlar için bu bir zorunluluktu. İnsanlar arasında düzen ve barışı sağlamak için dinin buyruklarına ihtiyaç vardı. Ölümsüzlüğe erişmek isteyen insanları, hayatta iyi davranışlara yönlendirmek için dinler hukuk kuralları da koydular ve bu kuralların uygulanmasına titizlik gösterdiler.

Özellikle ileri dinlerin koyduğu baş hukuk kuralları, aynı zamanda evrensel ahlâkı da yansıtır. Hiçbir din, insanlara erdemsiz yaşamayı, hırsızlığı, yalancılığı, zinayı, adam öldürmeyi buyurmaz. Tersine, bütün dinler ahlâklı ve erdemli yaşamayı buyururlar. Dinler arasındaki farklılıklar, Tanrı ve ibadet anlayışından kaynaklanmaktadır. Böylece her din, tek ve üstün gerçeği temsil ettiğini ileri sürdüğünden dinler arasında bir birlik görülmemektedir.

Çok ileri ve üstün bir din olan İslâmlık, kısa sürede inanç sistemini birçok millete benimsetmiştîr. Hazreti Muhammed'in ölümünden sonra Müslümanlık hızla gelişti. Büyük İslâm bilginleri, ilkçağın akılcı filozoflarını yeniden gün ışığına çıkardılar, öyle ki, Batılı bilginler bu filozofları Müslümanlardan öğrendiler. Müslümanlık bu akıl çağında büyük aşamalar yaptı. Tanrının insanlara doğru yolu görmesi için akıl verdiğini söyleyen bilginler, İslâm dininin ilerlemesinde büyük rol oynamışlardır. Onları destekleyen halifeler de çıkmıştır. Böylece Müslümanlık aşağı yukarı üç yüz yıl Tanrının gösterdiği yolda gelişmiştir. Akla dayanan bu gelişme sırasında İslâm Hukuku da günlük hayata uydurulmuştur. Ne yazık ki, bir süre sonra bu gelişme durdu, İslâm dünyasında aklın yerini, tutucu ve durgun bir inanç kapladı. Bu görüşün sahipleri, akıl yolu ile değil, sadece inançla yaşamak gerektiğini savunuyorlardı. Bu görüş kısa sürede yaygınlaştı, İslâm dini ve hukuku donup kaldı. Buna karşılık akıl yolunu Müslümanlardan öğrenen Batılılar, bu esasları geliştirmekteydiler.

İşte Türkler Müslüman oldukları vakit, İslâm dünyasında durgunluk başlamıştı. Türkler, üstün yetenekleriyle kısa sürede İslâm dünyasına egemen oldular. Çok içten inandıkları Müslümanlığı Hıristiyanlara karşı korudular, İslâmlığı Anadolu'ya ve Balkanlar'a yaydılar, ama onlar güçlerinin doruğunda iken Batı'da da akıl çağı başlamıştı. Büyük akılcılar, bir zamanlar Müslüman bilginlerin dedikleri gibi Tanrının insanlara verdiği en büyük hazine olarak akılı gördüler. Böylece Batı'da bilim ve hukuk akla dayandırılmaya başladı. Burada hemen şunu belirtmekte yarar vardır: Bu büyük akılcı akıma karşı, orada da kilise direnmiştir. Ancak bu direnme yeni mezheplerin (Protestanlık) doğmasına yol açmıştır. Bu yüzden Hıristiyan dininin bir bütün olarak akılcılığa karşı durması imkânı kalmadı. Kilise giderek yenilikleri kabul etmeye başladı. Nihayet XVIII. yüzyıl sonunda çıkan Fransız İhtilâli ile laiklik, devlet ve hukuk düzenine egemen oldu. Yani devlet, dinin etkisinden arıtıldı. Ama ayna zamanda din özgürlüğü de kabul edilerek, devletin vatandaşın vicdanına karışmayacağı, herkesin inancında serbest olduğu esası konuldu.

Osmanlı Devleti'nin bu gelişmenin dışında kaldığını biliyoruz. Atatürk belki de İslâmlığın parlak çağına dönüş yaparak, zamana ve akla uymayan, eskiyen hukuk kurallarını bir yana bırakarak devleti laikleştirmiştir. Ama İslâmlığın inanç ve ibadete dayanan kurallarına hiç dokunmamıştır.

Atatürk kesinlikle dinsiz değildi. Şu sözleri söyleyen Atatürk'ün dinsiz olduğu, laiklikle dinsizliği getirdiği söylenebilir mi? :"Tanrı birdir, büyüktür. Bizim dinimiz en makul (akla uygun) ve tabii (doğal) bir dindir. Ve ancak bundan dolayı da son din olmuştur. Bir dinin tabii olması için akla, fenne, ilme ve mantığa uyması gerektir. Bizim dinimiz bunlara tamamen uygundur... Ey millet, Allah birdir, sanı büyüktür. Peygamberimiz, Efendimiz Cenabı Hak tarafından insanlara dinin gerçeklerini bildirmeye memur ve elçi olmuştur... İnsanlara feyz ruhu vermiş olan dinimiz akla, mantığa, gerçeğe tamamen uyuyor. Bu sebeple en mükemmel dindir... Varlık dünyasının bütün kanunlarını yapan Cenab-ı Haktır... Dinime, gerçeğin kendisine nasıl inanıyorsam buna da öyle inanıyorum". Atatürk bunlar gibi daha birçok söz söylemiştir.

Atatürk'ün akla uygun bir uygulama istediğini belirten şu sözleri, ne derin anlamlar taşımaktadır: "Büyük dinimiz, çalışmayanın insanlıkla ilgisi olmadığını bildiriyor. Bazı kimseler modern olmayı kâfir olmak sanıyorlar. Asıl küfür onların bu zannı (düşünce)dır. Bu yanlış yorumu yapanların amacı; İslamların kâfirlere tutsak olmasını istemek değil de nedir?"
"Bizim dinimiz milletimize, düşkün, miskin ve hor görülmeyi tavsiye etmez. Tam tersi, Allah da Peygamber de insanların ve milletlerin yücelik ve şerefini korumalarını buyuruyor... Bizim dinimiz için herkesin elinde bir miyar (ölçüt) vardır. Bu miyar ile hangi şeyin dine uygun olup olmadığını kolayca takdir edebilirsiniz. Hangi şey ki, akla, mantığa, toplumun çıkarlarına uygundur, biliniz ki o, bizim dinimize de uygundur, o şey dinîdir. Eğer bizim dinimiz aklın, mantığın uyduğu bir din olmasaydı, en mükemmel ve en son din olmazdı".

Görülüyor ki, Atatürk bilgisiz ve çıkarcı kimselerin milleti din adına sömürmesine karşıdır. O, devlete, hukuka ve bilime can verecek kuralların akla, mantığa uygun olmasını istemektedir. Atatürk, daha 1927 yılında dinin siyaset aracı olarak kullanılmasından doğacak sakıncaları ve çıkar düşkünlerini şöyle anlatmıştır: "Masum halka beş vakit namazdan başka, geceleri de namaz kılmayı vaaz etmek ve öğütlemek, belki de ömründe hiç namaz kılmamış olan bir politikacı tarafından vâki olursa, bu hareketin hedefi anlaşılmaz olur mu?" Atatürk'ün yıllarca önce söylediği bu sözler ne kadar düşündürücüdür.

Laiklik devletin temeli olunca, akla dayanan uygulamalarla millet zaman yitirmeden çalışma ve kalkınma imkânı bulur. Devlet vatandaşın inancına karışamaz; daha Önce de belirtildiği gibi inançlar çeşitlidir. Herkesi bir doğrultuda inanca zorlamak olmaz. Bu herşeyden önce demokrasiye aykırıdır. Demokrasi, bir özgürlük rejimidir. Bu sebeple demokrasilerde devletin tek bir dini vatandaşlara benimsetmeye çalışması düşünülemez. Bu davranış demokrasi kavramına uymaz. Hem Kur'an "dinde zorlama yoktur" diyor. Bundan başka Kur'an ve Hazreti Muhammed devlet yönetiminde akla dayanılmasını isteyen pek çok buyruklar vermiştir.

Demek ki, laiklik vatandaş inancının en sağlam güvencesi oluyor. İnanç özgürlüğü devletçe sağlanıyor. Herkes inancında ve ibadetinde serbesttir. Laikliği, resmi politikası dinsizlik olan rejimlerden kesinlikle ayrı tutmak gerekir. O tür rejimlerde devlet dine karşıdır. Vatandaşın dinsiz olarak yetişmesi için gereken her türlü tedbiri alır. Atatürkçü laiklikte ise, devlet işlerine karıştırılmaması koşulu ile tam bir din ve inanç özgürlüğü vardır.
Türk Devleti aynı zamanda nüfusumuzun yüzde doksan beşinden fazlasının inanç sahibi Müslüman olduğu gerçeğini de görmüştür. Müslümanların inanç ve ibadet hizmetlerini devlet yüklenmiştir. Din eğitim ve öğretimi yapan kurumlar açılmış, buralarda Atatürkçü, aydın, akılcı, laik din adamları yetiştirmeye hız verilmiştir. Hiçbir dönemde Anadolu'da Cumhuriyet dönemindeki kadar cami yapılmamıştır.

Türk milleti ve Devleti varlığını ancak inanç özgürlüğü içinde, çağın gereği olan akıl ve bilim kavramlarının yolunda, insancıl bir laikliği benimseyerek sürdürebilir. Geriye dönüş mümkün değildir. Böyle bir tutum zamana ayak uyduramamak, çağın dışında kalmak olur.


--------------------------------------------------------------------------------

Atatürk'ün Laiklik ile İlgili Bazı Sözleri

Laiklik, yalnız din ve dünya işlerinin ayrılması demek değildir. Bütün yurttaşların vicdan, ibadet ve din hürriyeti demektir. (1930)

Laiklik, asla dinsizlik olmadığı gibi, sahte dindarlık ve büyücülükle mücadele kapısını açtığı için, gerçek dindarlığın gelişmesi imkanını temin etmiştir. (1930)

Din bir vicdan meselesidir. Herkes vicdanının emrine uymakta serbesttir. Biz dine saygı gösteririz. Düşünüşe ve düşünceye karşı değiliz. Biz sadece din işlerini, millet ve devlet işleriyle karıştırmamaya çalışıyor, kasıt ve fiile dayanan tutucu hareketlerden sakınıyoruz. (1926)







DEVLETÇİLİK


XX. yüzyılda dünya devletleri daha mutlu yaşamak imkânlarına kavuşmak için üretimi artırma gereğini duydular. Bunun için de başlıca üç yöntemin uygulanmasını öngördüler. Bunları kısaca gözden geçirelim:

Liberal Ekonomi: Bu tür ekonomilerde üretim için gerekli olan sermaye, üretim etkinliği ve üretilen malların dağıtımı tümüyle bireylere bırakılmıştır. Liberal ekonomi görüşüne göre, ekonomik hayatın kendiliğinden işleyen yasaları vardır: Üretim, mallara olan isteğe bağlıdır, istek ise, üretimin az veya çok olmasını sağlar. Devlet bu kuralları yönlendirmeye karışmamalıdır. Devletin görevi yurdu savunmak, eğitim İşlerini düzenlemek, adalet dağıtmak gibi alanlarda kalmalıdır. Devlet ekonomik hayata katılırsa az önce belirtilen denge bozulur. Gerekirse devlet, ancak büyük bunalımları gidermek için ekonomik hayata girmeli, bunalım geçince de gene çekilmelidir. Büyük ekonomik güce sahip olan kapitalist ülkeler, liberal görüşü uygulayarak bugüne kadar gelmişlerdir.

Sosyalist Ekonomi: Bu tür görüşü uygulayan ülkelerde hem sermaye, hem üretim doğrudan doğruya devletçe sağlanır. Kişilerin üretim araçlarına sahip olmaları yasaktır. Devlet tüm sermayenin sahibidir. Bütün ekonomik hayat, devletin öngördüğü biçimde düzenlenir. Malların dağıtımını da devlet yapar. Bazı ülkeler temelde bu görüşü benimsemişlerdir.

Ilımlı Ekonomik Sistemler: Dünyanın hızla değişen şartları hem liberalizmin, hem de Sosyalizmin katıksız bir biçimde işleyemeyeceğini göstermiştir. Bu bakımdan liberal rejimlerin bazılarında, devlet ekonomik hayata artan ölçüde girerken, sosyalist sistemde de yumuşamalar göze çarpmaktadır. Böylece her iki guruptan bazı ülkeler rejimlerinin temelini bozmadan önemli sistem değişikliklerine girmektedirler.

Devletçilik: Atatürk ilkelerinin arasında bulunan devletçilik, bir ekonomi siyasetidir. Yukarıda anlatılan rejimlere benzemez. Milli özelliklerimize uyan, gerekli kalkınmayı sağlayacak bir model olan devletçiliğin hangi şartlar altında nasıl doğduğu belirtilmişti. Bunun için burada devletçiliği kısaca değerlendireceğiz.

Devletçilik, temel anlamıyla devletin ekonomik hayatın içine girmesidir. Ama bu yapılırken sosyalist model benimsenemez. Elinde sermayesi olan vatandaşlar, birkaç alan dışında, diledikleri biçimde üretime katılabilirler. Devlet bunlara engel olmadığı gibi üstelik gereken tedbirleri alarak işlerini kolaylaştırır, kişileri üretim ve ticaret işine özendirir.

Ancak bilindiği gibi, hızla sanayileşme cumhuriyetin ilk hedeflerindendi. Büyük temel sanayi kuruluşları yapmak için özel ellerde sermaye yoktu. Bu yüzden devletçilik doğdu. Devlet pek çok sanayi işletmesini kendisi kurdu, çalıştırdı ve geliştirdi. Bir yandan da uyguladığı para ve kredi politikası ile özel kişileri başıboş bırakmadı. Böylece devlet ile vatandaş, üretim işini birlikte düzenlediler. Bu işbirliği sonucu Türkiye örnek bir ülke durumuna gelmişti. Son araştırmalar, Türkiye'nin 1930 yılına kadar uyguladığı devletçilik siyaseti ile en hızlı kalkınan üç ülke arasına girdiğini göstermektedir. 1029 yılında, 100 olan Türkiye ve dünya sanayi üretim indeksi, 1939'da Türkiye'de 196'ya erişmiştir. Dünya ortalaması İse 119'dur. Bu gelişme tablosunda Türkiye'nin yeri, Rusya ve Japonya'dan sonra gelmektedir. Böylece 1927'de 1000 olan milli gelirimiz, hızlı nüfus artışına rağmen, 1939'da 1625'e yükselmiştir.

Sermayesi olmayan, dışarıdan yardım almayan, kaynakları sınırlı, teknolojisi geri Türkiye'nin 1939 yılına kadar sağladığı bu gelişme Atatürk'ün akılcı ve milliyetçi görüşlerinin bir eseridir. O, özel girişimleri desteklerken, devleti de ekonomik hayata katmış, her iki alan birbirlerini tamamlamışlardır.

İkinci Dünya Savaşı'nın çıkması üzerine bu gelişme durdu. Savaş sonrasında ise devletçilik ilkesi yeniden ve amaca uygun biçimde işletilip ihtiyaçlara göre düzenlenmedi, politika aracı yapıldı. Bu yüzden özel alanla devlet alanı arasındaki denge bozuldu ve ekonomik hayata bir karga şa geldi.

Atatürk'ün baş ilkelerinden devletçilik, Türkiye'yi ekonomik bakımdan kalkındıracaktır, yeter ki gerektiği gibi uygulanabilsin.


--------------------------------------------------------------------------------

Atatürk'ün Devletçilik ile İlgili Bazı Sözleri

Devletçiliğin bizce anlamı şudur: Kişilerin özel teşebbüslerini ve şahsi faaliyetlerini esas tutmak, fakat büyük bir milletin ve geniş bir memleketin ihtiyaçlarını ve çok şeylerin yapılmadığını göz önünde tutarak, memleket ekonomisini devletin eline almak. (1936)

Prensip olarak, devlet ferdin yerine geçmemelidir. Fakat ferdin gelişmesi için genel şartları göz önünde bulundurmalıdır. (1930)

Kesin zaruret olmadıkça, piyasalara karışılmaz, bununla beraber, hiç bir piyasa da başıboş değildir. (1937)





İnkılâp, bir toplumun önemli kurumlarını kısa bir süre içinde değiştirip kendini yenileştirmesi atılımıdır. Tarihte önemli, büyük inkılâplar görülmüştür. Atatürk yönetimindeki Türk Milleti de tarihteki en önemli İnkılâplardan birini gerçekleştirmiştir.

Bir toplumda durup dururken inkılâp yapılmaz, inkılâpların tarihten gelen büyük sebepleri vardır. Türkler bir zamanlar çağın Önemli devletlerinden birini kurmuşlardı. Bu devlet yüzlerce yıl dünyanın sayılı güçlerinden biri olarak kaldı. Ama Batı'da gelişen akıl ve bilim çağına ayak uyduramadığı için geride kalmaya, güçsüzleşmeye başladı. Çok uluslu bir yapıda olduğundan milli bir birlik kuramadı. Devleti kurtarmak isteyenler, hep eski düzen ve belli kalıplar içinde değişiklikler yaptılar. Oysa yapıyı değiştirmek gerekti ve bu kaçınılmazdı.

Birinci Dünya Savaşı sonu yenilgi ve parçalanma, Atatürk'e, Türk milletini bir araya getirip mücadele etme ve yapıyı yenileme düşüncesini ve bunu gerçekleştirme azmini vermiştir. Eski yapıyı yeniden kurmak mümkün olmadığı için ardarda büyük inkılâplar yapılmıştır.

Atatürk'e göre "inkılâp milletin esenliği için halk adına yapıldı". "Yaptığımız ve yapmakta olduğumuz inkılâpların amacı, Türkiye Cumhuriyeti halkını tamamen modern ve bütün anlamı ve biçimiyle uygar bir toplumsal heyet durumuna getirmektir". Öyleyse inkılâp, modernleşme ve çağdaş uygarlık düzeyine ulaşmak için yapılacaktır. Gerçekten, gördüğünüz büyük yenilik hareketleri, hep inkılâpçı bir tutum ve davranışla yapılmıştır.

Türk Milleti iyiye, doğruya, güzele daha fazla yaklaşmak, bunlara erişmek için inkılâpçılığa bağlı ve tam bir inkılâpçı olarak kalmalıdır. Öyleyse inkılâpçılık nedir? Atatürk'e göre, "gerçek inkılâpçılık onlardır ki, ilerleme ve yenileşme inkılâbına sevk etmek istedikleri insanların, ruh ve vicdanlarındaki gerçek eğilime nüfuz etmesini bilirler".

Demek ki, inkılâpçı, ruhlara ve vicdanlara seslenecek, insanları bu yolda yönlendirecektir. Atatürk inkılâbını sürdürebilmek, inkılâpçı ruh ve yapıyı, coşkuyu her zaman duymakla, hedefleri belirleyip bu hedeflere ulaşma yolunda çalışmakla olur.

Türk İnkılâbının üstün ve yüce amacını her zaman kavramaya çalışmalıdır. Durmadan ve her zaman yenilik yolunda ileriye doğru gidilecektir, işte Atatürk'ün temel ilkelerinden biri de budur. Türk inkılâbının korunması, geliştirilmesi ve ilerletilmesi şarttır. Atatürk bundan emindi ve şöyle diyordu: "İnkılâbın hedefini kavramış olanlar, daima onu muhafazaya muktedir olacaklardır".

Evet, bu özlü sözlerin ışığında, bilinçli inkılâpçılık Türk Milletinin geleceği olmalıdır.



--------------------------------------------------------------------------------

Atatürk'ün İnkılâpçılık ile İlgili Bazı Sözleri

Yaptığımız ve yapmakta olduğumuz inkılapların gayesi, Türkiye Cumhuriyeti halkını tamamen çağdaş ve bütün anlam ve görünüşüyle uygar bir toplum haline ulaştırmaktır. (1925)

Biz büyük bir inkılap yaptık. Memleketi bir çağdan alıp yeni bir çağa götürdük. (1925)





BARISCILIK

Ataturk Ilkelerinden akilcilik, gercekcilik ve uygarlikcilik ilkeleriyle birlikte degerlendirilmesi ve yorumlanmasi gereken bariscilik ilkesi, bugun tum dunyada korunmasina ve yasatilmasina butun uluslarin caba gosterdigi yuce bir insanlik ulkusudur.
Tarih boyunca giristigi turlu savaslarda kahramanliklar yaratan Turk ulusunun, insanlik ailesinin onurlu bir uyesi olarak barisi korumada gosterdigi duyarlik ve titizlik, Ataturk ilkeleri arasinda bariscilik kavraminin akilciliga ve gercekcilige dayali bir ilke olarak nasil deger kazandiginin bir kanitidir.

"Yurtta baris, dunyada baris" ilkesiyle ozetlenebilecek olan bariscilik, dunyanin gelecegini, dunya uluslarinin anlasarak kardesce gecinmeleri, turlu nedenlerle ve etkenlerle birbirinden ayrilmis ve birbirine dusman kesilmis uluslarin aralarinda bir yakinlasma ve kardeslik kurmalarinin mumkun olacagi inancidir. Ancak her ne suretle olursa olsun, savas dusuncesini ulkemizden uzak tutarak bariscilik ilkesi ugrunda elimizden geleni yapmak yeterli degildir. Yuce ulusumuzu ve kutsal ulkemizi, bir saldiriya ugradigi takdirde bir karis topragi icin kanimizin son damlasina kadar dokmeye hazir ve inancli olmak da barisciligin ayrilmaz kosuludur.





UYGARLIKCILIK

Ataturk devrimlerinin temeli uygarlikciliktir. "Turkiye Cumhuriyeti halkini butunuyle cagdas, butun anlam ve bicimleriyle uygar bir toplum haline getirmektir. Devrimlerimizin asil temeli budur" diyen Ataturk, Turk ulusunu ileriye donuk yasam cizgisinde "cagdas uygarlik duzeyinin istune cikarmak" ulkusunun yilmaz savascisidir. Bu bakimdan, yuz yillik uygarlasma cabalarina ilk kez, Ataturk'un giristigi toplumsal atilimlarla devrimci bir yon cizilmistir.
Turk toplumunun geri birakilmisliginin siyasal, sosyal ve ekonomik nedenlerine ilk olarak dogru tani (teshis) koyan Ataturk, yer yuzunde her ulusun varligi, degeri, ozgurluk ve bagimsizlik hakkinin elinde bulundurdugu ve yaratacagi uygarlik urunleri ile oranli oldugunu vurgulamisti.

Uygarlikcilik ilkesine gore ulkeler degisiktir, fakat uygarlik tektir. Osmanli Imparatorlugunun cokmesi, batiya karsi elde ettigi zaferlerden cok gururlanarak bati uluslari ile baglari kestigi gun baslamistir. Bu yanilgiya dusmemek icin girisilecek atilimlarda, bugunku cagdas uygar toplumlarin icinde bulunduklari dengesizliklerden celiski ve catismalardan korumak icin izlenecek ilkelerin bir butun olarak ele alinmasi gerekir. Bu bakimdan uygarlikcilik ilkesinin oteki Ataturk ilkeleriyle birlikte gerceklesmesi devrimin amacina ulasmasini saglayacaktir. Kisaca bati uygarligini koru korune taklit degil, batidan olumlu bilimler, sanat, insan anlayisi, insanca yasama yontemlerini almak, uygarlikcinin temel yontemidir.

Uygarlikcilik, Ataturk'un ve Turk ulusunun "Turklugun unutulmus uygar niteliginin ve buyuk uygar yeteneginin, bundan sonraki gelismesiyle, gelecegin yuksek ufkundan yeni bir gunes gibi dogacagi" ozlem ve inancidir.



GERCEKCILIK

Ataturk Ilkelerinden uygarlikcilik, bariscilik ve devrimcilik ilkelerinin akilcilik ilkesiyle cakismasinin dogal bir sonucu olan gercekcilik, tum ilkelere canlilik kazandiran bir ilkedir.
Turk ulusunun tarihsel ve sosyal gerceklerine dayanmaki, toplumun icinde bulundugu kosullari acik ve aydinlik bicimde belirleyerek gelecegin yolunu cizmek Ataturk gercekciliginin ozudur. Tutulan yolda amaca yonelirken "olani oldugu gibi bilme" ve bu cikis noktasinin gerektirdigi akilci yontemler uygulama gercekligin yeter ve gerek kosuludur.

Gercegi bilmek devrimciyi yolundan cevirmez, ustelik turlu careler arayip gucunu arttirmak olanagini saglar. Gercege boyun egmek ya da toplum yararina uymayan gercegin aldatici bir gercek oldugunu dusunmek arasinda boccalamadan yurumek ve amaca yonelmek Ataturk gercekciliginin sasmaz niteligidir. Bu nitelik, dogru ve yerinde saptamalarla, deger olculerine gore siraladigi amaclara ulasmada, olanaklari olcerek, olaylarin gelisiminden yararlanarak, gerceklesme kosullarini hazirladiktan sonra adim adim amaca dogru engelsiz ve kararli yurumesinde kendini gostermistir.

Ataturk gercekciligi, kimi kez halka ragmen, cok kez halkla birlikte ve fakat sonunda kesinkes halk icin en iyi yolu bulmak ve gerceklestirmektir.

Yalan ve yanlisin er gec gercegin parlak aydinliginda yok olacagi inanci, gercekciligin temelidir. Dogru yolda ilerleyen gercekcilerin basarilarinin sirri bu noktadadir.

Bariscilik, uygarlikcilik ve devrimcilik girisimlerinin basariya ulasmasinda gercekciligin cizdigi saglam ve guvenli yoldan sasmadan ilerlemek gercek Ataturkculerin degismez idealidir.





AKILCILIK

Ataturk Ilkelerinin tumu, kavram ve uygulama olarak, akilciliga dayanir. Ataturk'un eserinin buyuklugu, ulusu ve ulkesi icin giristigi tum eylemlerinin basariya ulasmasinda akilciligin nasil sasmaz olcek oldugunu kanitlar.
Turk toplumunun yuzyillik cagdaslasma atilimlarinin ortacagin karanlik ve bagnaz dusuncelerinden oturu, basarisiz kaldigini en iyi anlayanlardan biri Ataturk'tu. Dogru yolu bulmak icin, simdiye dek inandirilmis oldugumuz neler varsa hepsini aklin supheci suzgecinden gecirip inanclarimizi olumlu bilimlerin aydinliginda yeni bastan kurmak, akilcilik ilkesinin ozudur.

"Bizim akil, mantik ve zeka ile davranmamiz, yonetimimizdir. Butun yasantimizi dolduran olaylar bu gercegin kanitidir." diyen Ataturk, saglam bir dusunce duzenine ve kafa yapisi ile girisim ve eylemlerine engel olacak tum gerici, tutucu ve her cesit ozgurluk dusmani davranislari ezerek, devrimciligini akilcilik temeline oturtmustur.

Bilimin yol gostericiligini tum girisimlerinde bir mesale gibi cizdigi ve actigi yolu aydinlatan "aklin" tek ve yanilmaz denektasi" oldugunu gostermistir.

Ataturk ilkeleri arasinda on siraya aldigimiz "akilcilik" ilkesinin pek onemli bir yani da Turk toplumuna acilan gercekci yolun, bir dogma ve ogreti kalibina sokulmamasidir. Cunku Ataturk, her zaman bunlara karsi olmus, ancak olumlu bilimlerin isiginda yurumekle giristigi uygarlik yolunun ulusunu duzluge cikaracagina tum yuregiyle inanmisti.

"Ogreti istemem, donar kaliriz, biz yuruyus halindeyiz" diyerek buyuk sagduyusu ve sevgisiyle dunya savaslarinin ideoloji ve ogreti ayriliklari yuzunden insanligi nasil bolup parcalayabilecegini gormustu.

Ataturk ilkelerinin kati ve bagnaz bir kaliba sokulmayarak bu akilcilik olculeri icinde butunlesmesi, onun ozgurlukculuk ve devrimcilik ilkelerine hiz veren bir guc kaynagi olmustur.




OZGURLUKCULUK

Buyuk Fransiz Devrimiyle evrensellik kazanan ozgurluk kavrami, yakincaga damgasini vuran cagdas devlet gerceginin temelini olusturan bir eylemi de vurgular. Ozgurlukculuk, kisinin ve toplumun mutluluga erismesinde ugrunda girisilen savasimlarin tumunu kapsar.
Turk toplumunun ozgurluk savasimi, kotu yonetimle yoksulluga ve tutsakliga itilmis soylu bir ulusun bagimsizlik direnisi ile dis guclere karsi, kazandigi basarilarla son sinavini vermistir.

Ulus, cani pahasina kurtardigi ulkesinde kendi egemenligine dayanan bagimsiz bir yonetim kurarken, ulke bagimsizligini ve ulus egemenligini bir daha tehlikeye dusurmeyecek onlemleri ancak ozgurlukcu bir ortamda etkin ve guclu tutabilir.

Ozgurlugun bu iki oz varligi, bagimsizlik ve egemenligi korumada yasalarini koyarken yanlis ve olumsuz davranislari sinirlayici ilkeleri yine akilci olculere gore saptamak gerekir.

Sinirsiz ozgurluk anlayisinin yaratacagi kargasa, toplumun ve kisinin amacladigi mutluluga ters duser. Bu bakimdan kutsal ozgurluk hakkini kullanmada konulmasi zorunlu sinirlar cok genis ve duyarli bir olcekle cizilmelidir.

Akilcilik ilkesiyle cakisan ozgurlukculuk ilkesinin, gercekcilik ilkesiyle de siki bagintisi dusunulmeden bu ilkenin soyut bir kavram olarak ya butunuyle yok olmasi ya da bir kargasa kaynagi olmasi onlenemez. Ataturk ilkelerinin basinda yer verdigimiz bu ilkenin anayasamizla saptanmis ozgurlukler cercevesinde uygulanmasi ve gerceklestirilmesi icin cok duyarli ve bu ilkenin yilmaz savunucusu olmak zorundayiz.

Ozgurlugun kutsalligini korurken gercek bir ozgurlukcu inanisin ozu su olmalidir: "Zorbalik haline gelen otorite, otoriteyi yikar, keyfilik haline gelmis ozgurluk de ozgurlugu" (Jarpers).

Insan ozgurlugune kaynak olan insan haklarinin en buyugu olan yasama hakki bile sinirsiz degildir. Bu bakimdan buyuk ozverilerle kazanilmis ozgurluklerin korunmasinda akilcilik ve gercekcilik ilkelerinin aydinlik, sasmaz dogrultusunda yurumeliyiz.

Ataturk, tum yasaminda ulusuyla birlikte ugrunda buyuk savasimlar verdigi ozgurlugun en titiz bir savunucusuydu. "Ozgurluk olmayan bir ulkede olum ve cokuntu vardir; her ilerlemenin ve kurtulusun anasi ozgurluktur," diyen buyuk onderin ozgurlukculuk ilkesini, Ataturkcu kusaklar onun tum ilkelerinin basinda koruyacak ve savunacaklardir.





ATATÜRK DEVRİMLERİ

SİYASAL DEVRİMLER

ANKARA'NIN BAŞKENT OLMASI

27 Aralık 1919'da Temsil Heyeti'nin Ankara'ya gelmesi ile, bu şehir Millî Mücadele'nin karargâhı olmuştu. 23 Nisan 1920'de Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin Ankara'da açılmasıyla yeni Türk devletinin temelleri atıldı. Kurtuluş Savaşı buradan yönetildi. Böylece Ankara, fiilen başkent durumuna geldi.

Lozan Barış Antlaşması'nın imzalanmasından sonra. İtilâf Devletleri'nin askerleri İstanbul'dan çekildiler. İstanbul'un işgalden kurtulması ile yeni devletin başkentinin neresi olacağı tartışılmaya başlandı. Bazı kişiler İstanbul'un başkent yapılmasını istiyorlardı. Ancak meclisin Ankara'da açılması, buraya fiilen hükümet merkezi olma niteliği kazandırmıştı. Ayrıca Ankara, Türkiye'nin merkezinde, askerî ve coğrafî özellikleriyle başkent olabilecek konumdaydı.

İsmet Paşa (İnönü), bir kanun teklifi hazırlayarak Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığı'na sundu. "Türkiye Devleti'nin başkenti Ankara'dır." şeklindeki bir maddelik kanun teklifi kabul edildi (13 Ekim 1923). Kanunun yürürlüğe girmesiyle Ankara yeni Türk devletinin başkenti oldu.





ÇOK PARTİLİ REJİM DENEMELERİ

İnsanların düşüncelerini açıklayabilmeleri ve başkalarının haklarına da saygı göstererek inandıkları gibi yaşamaları, ideal bir toplum düzeninin başlıca şartıdır. Bu ise ancak hür ve demokratik bir sistem içinde gerçekleştirilebilir.

Türk milletinin mutluluğunu sağlamayı başlıca amaç edinen Mustafa Kemal, demokrasinin ülkemizde yerleşmesi için çalıştı. Demokrasilerde aynı görüş ve düşüncedeki insanlar, siyasî partiler kurarak yönetimde söz sahibi olmaya çalışırlar. Siyasî partiler demokratik rejimlerin vazgeçilmez unsurlarıdır. Bu konuda da Mustafa Kemal Paşa, milletine önderlik etti. Kendisi bir parti kurup, çok partili siyasî hayata geçişi teşvik etti. Çok partili rejimde hükümeti kuran parti veya partiler, muhalefet partileri tarafından denetlenir.

Mustafa Kemal Paşa'nın en büyük arzusu demokrasinin ülkemizde tam olarak yerleşmesi idi. Bu sebeple ülkede çeşitli partilerin kurulmasını istiyordu.





CUMHURİYETİN İLANI

Mustafa Kemal Paşa, daha Erzurum Kongresi sırasında, zaferden sonra hükümet şeklinin cumhuriyet olacağını söylemişti. 23 Nisan 1920'den beri Türkiye'yi idare eden Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti, millî egemenlik esasına dayanıyordu. Bu, adı konulmamış bir cumhuriyet yönetimiydi. 20 Ocak 1921 tarihli anayasada "Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir." deniliyordu. Bu, yeni rejimin ilân edilmemiş bir cumhuriyet olduğunu gösteriyordu.

Cumhuriyetin ilânının önündeki en büyük engel saltanattı. 1 Kasım 1922'de saltanatın kaldırılmasıyla bu engel aşıldı.

Millî Mücadele'nin zaferle sonuçlanmasında tarihî bir görev yapan birinci dönem TBMM üyeleri, yeni seçim kararı alarak dağıldı (l Nisan 1923). Yeni seçimlerin yapılmasından sonra TBMM ikinci dönem çalışmalarına başladı. Yeni kurulan meclis, Lozan Barış Antlaşması'nı onayladı. Böylece millî bağımsızlık tam olarak gerçekleşmiş oldu.

23 Nisan 1920'de Türkiye Büyük Millet Meclisi açıldığı sırada yeni Türk devletinin adı henüz konulmamıştı. Hükümet, Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti adını taşıyor, meclis başkanı hükümet başkanlığı da yapıyordu. Bu sistem içinde devlet başkanlığı boş görünüyordu. Şimdi, yürürlükte olan siyasî rejime uygun devlet şeklini bulmak zorunlu hâle gelmişti. Millî Mücadele Dönemi'ndeki, olağanüstü şartların bir ürünü olan meclis hükümeti sistemi de artık işlemez olmuştu. Bu sistemde, Bakanlar Kurulunun her üyesi için ayrı ayrı oylama yapılırdı. Bu durum ise hükümet kurulmasını zorlaştırıyordu.

25 Ekim 1923'te hükümetin istifasıyla bir bunalım ortaya çıktı. Bu olay Mustafa Kemal Paşaya, cumhuriyeti ilân etmek için beklediği fırsatı verdi. 28 Ekim 1923 akşamına kadar hükümetin kurulamaması üzerine, Mustafa Kemal Paşa, Çankaya Köşkü'nde arkadaşlarına "Yarın cumhuriyeti ilân edeceğiz." diyerek fikrini açıkladı. O gece İsmet Paşa ile birlikte 1921 Anayasası'nın bazı maddelerini değiştiren kanun tasarısını hazırladı. "Türkiye Devleti'nin hükümet şekli cumhuriyettir." hükmünün yer aldığı tasarı üzerinde TBMM'de yapılan konuşmalardan sonra cumhuriyetin ilânı kabul edildi. "Yaşasın cumhuriyet!" sesleri arasında alkışlarla cumhuriyet ilân edildi (29 Ekim 1923).

Bundan sonra cumhurbaşkanlığı seçimine geçildi. Yapılan gizli oylamada 158 milletvekilinin tamamının oyunu alan Gazi Mustafa Kemal Paşa, TBMM tarafından yeni Türk devletinin ilk cumhurbaşkanı seçildi. Bunun üzerine kürsüye gelen Mustafa Kemal, yaptığı konuşmasını "Türkiye Cumhuriyeti mesut, başarılı ve muzaffer olacaktır." sözü ile bitirdi. Böylece devletin adı ve rejimiyle ilgili tartışmalara son verildi. Devlet başkanlığı konusu çözüme kavuştu. Hükümetin kurulma şekli yeniden düzenlendi. Buna göre; cumhurbaşkanı başbakanı atayacak, başbakan da bakanlarını seçip cumhurbaşkanının onayına sunacaktı. Bu uygulamayla, meclis hükümeti sistemi yerine parlamenter rejime geçilmiş oldu. İlk hükümeti kurmakla İsmet Paşa görevlendirilmişti. Böylece Türk Milleti'nin tarihinde yeni bir devir açılıyordu.

Türk milletinin yapısına en uygun idare şekli olan cumhuriyet rejimine sahip çıkmak ve onu yaşatmak, hepimizin başlıca vatandaşlık görevidir.





HALİFELİĞİN KALDIRILMASI

Hz. Muhammed, hem İslâm dininin peygamberi hem de kurduğu ilk İslâm devletinin devlet başkanı idi. Onun ölümünden sonra yerine geçen devlet başkanlarına halife denmiştir.

İlk dört halife, seçimle iş başına geldiler. Emevîler zamanında halifelik babadan oğula geçen bir saltanat hâline geldi. Bu durum Abbasîler zamanında da devam etti. İslâm dünyasında başlangıçta bir tek halife var iken, Abbasîlerin zayıflamasıyla birden fazla halife ortaya çıktı. Abbasîler, Müslümanlar üzerinde egemenliklerini sürdürebilmek için, halifeliğin dinî yönüne ağırlık verdiler. Abbasî Devleti yıkıldıktan sonra Mısır'daki Memlûk Devleti, Abbasî soyundan Ahmed'i halife ilân ederek İslâm dünyasında etkin bir hâle gelmeye çalıştı.

Osmanlı Devleti, 1517'de Memlûk Devleti'ne son vererek İslâm dünyasında büyük ölçüde birliği sağladı. Bu tarihten sonra Osmanlı padişahları da halife unvanını kullanmaya başladılar. Özellikle Osmanlı Devleti'nin son zamanlarında bu makama büyük bir önem verildi. Halifeliğin siyasî gücünden faydalanılmak istendi. Buna rağmen devletin yıkılışı önlenemedi.
Milliyetçilik ve millî egemenlik fikri üzerine kurulmuş olan yeni Türk devletinin yapısıyla saltanat ve halifeliği bağdaştırmak mümkün değildi.

1 Kasım 1922'de saltanat ve halifelik birbirinden ayrılarak saltanat kaldırıldı ve halifeliğin yetkileri dinî konularla sınırlandırıldı. Vahdettin'in ülkeyi terk etmesinden sonra, Osmanlı sülâlesinden Abdülmecit Efendi, TBMM tarafından halife seçildi. Kendisine sadece Müslümanların halifesi unvanını kullanması bildirildi. Halife olan Abdülmecit Efendi'nin, zamanla hükümetin talimatlarının dışına çıktığı görüldü. Kendisini devlet başkanı gibi görmeye başladı. Bu durum ise yeni rejim için bir huzursuzluk kaynağı oluyordu. Buna karşı derhal tedbir alınması gerekiyordu. Ayrıca Türkiye'de gerçekleştirilmesi düşünülen inkılâpların yapılabilmesi için halifeliğin kaldırılması zorunlu idi. Diğer taraftan Mustafa Kemal Paşa, halifeliğin yabancı güçler tarafından aleyhimize kullanılmasından endişe ediyordu.

Bu sebeplerden dolayı, Mustafa Kemal Paşa 1924 yılında halifeliğin kaldırılmasına karar verdi, l Mart 1924 tarihinde yaptığı Türkiye Büyük Millet Meclisini açış konuşmasında, bu düşüncesini açıkladı. 3 Mart 1924'te TBMM'de kabul edilen bir kanunla halifelik kaldırıldı.

Halifeliğin kaldırılmasıyla, lâik düzenin kurulması yolunda önemli bir adım atıldı. Aynı zamanda saltanat ve hilâfet yanlılarının dayandığı en önemli güç odağı ortadan kaldırılmış oldu.




TÜRKİYE'NİN YENİDEN İDARİ TEŞKİLÂTLANMASI

Türkiye'nin idarî yapısı, 1921 ve 1924 anayasalarına göre düzenlendi.
1924 Anayasasının 89. ve 105. maddeleri illerin yönetimini kapsıyordu.
Ülke; iller, ilçeler, bucaklar ve köyler şeklinde yönetim birimlerine ayrıldı. Bu yönetim bölümlerinin başına merkezden yöneticiler atandı. İller valiler, ilçeler kaymakamlar, bucaklar da bucak müdürleri tarafından yönetilmeye başlandı. Bu yöneticilerin yaptığı bütün işler, hükümetin onayına bağlı idi.

Bu yeni düzenleme ile hem inkılâpların ülkenin her yerine yayılması hem de hizmetlerin en iyi bir biçimde götürülmesi amaçlanmıştır.




SALTANATIN KALDIRILMASI

Türkiye Büyük Millet Meclisinin açılması ile birlikte Türk tarihinde yeni bir dönem başlamıştı. 20 Ocak 1921'de kabul edilmiş olan anayasada, egemenliğin millete ait olduğu belirtilmişti. Ancak bu tarihlerde Kurtuluş Savaşı devam ettiğinden, saltanatın kaldırılması için şartlar uygun değildi.

İtilâf Devletleri, Lozan Barış Konferansına, Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti ile birlikte İstanbul Hükümeti'ni de davet ettiler. Osmanlı Hükümeti bu daveti kabul etti. Galip devletler bu davranışlarıyla, Türkler arasında ikilik çıkararak, menfaatlerini daha iyi savunacaklarını düşünüyorlardı. Osmanlı Hükümeti'nin konferansa katılma arzusu, millî mücadelenin ruhuna ve anayasaya aykırı idi.

Bu durum, Mustafa Kemal Paşa'nın saltanatın kaldırılmasıyla ilgili düşüncelerinin haklılığını bir defa daha ortaya koydu. Aynı zamanda saltanatın kaldırılması için haklı bir gerekçe oldu. Konu, Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde tartışıldı. Mustafa Kemal Paşa bir konuşma yapıp, milletin kendi gayretiyle hakimiyeti ele aldığını ve saltanatın kaldırılmasının gerekliliğini belirtti.

1 Kasım 1922'de kabul edilen bir kanunla, halifelik ve saltanat birbirinden ayrılıp, saltanat kaldırıldı. Böylece, Osmanlı Devleti hukukî olarak sona ermiş ve Türk inkılâplarının en önemlilerinden biri gerçekleştirilmiştir.

Saltanatın kaldırılması ile, İstanbul'daki Osmanlı Hükümeti istifa etti. Son padişah Vahdettin, 17 Kasım 1922'de İngilizlere sığınıp İstanbul'u terk etti. Bunun üzerine Osmanlı sülâlesinden Abdülmecit Efendi, Büyük Millet Meclisi'nin kararı ile halife seçildi.







KURULAN SİYASİ PARTİLER


Cumhuriyet Halk Fırkası (Partisi)
İlk Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeleri, toplumun farklı kesimlerinden ve değişik düşüncelere sahip kimselerden meydana geliyordu, Hepsi Misak-ı Millî amacında birleşmekte idiler. Zamanla mecliste farklı gruplar oluştu [Tesanüt (Dayanışma) Grubu, İstiklâl Grubu, Halk Zümresi ve Islahat (Reform) Grubu gibi]. Bu durum meclis çalışmalarının yavaşlamasına sebep oldu. Mustafa Kemal Paşa ortaya çıkan siyasî anlaşmazlıkları azaltmak ve çeşitli grupları birleştirmek için büyük çabalar gösterdi. Bunda başarılı olamayınca, Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Grubu adıyla bir grup kurdu. Bu grup, Misak-ı Millî esasları içinde ülkenin bütünlüğünü ve milletin bağımsızlığını sağlamak için çalışacaktı.

Büyük zaferden sonra, Mustafa Kemal Paşa, gazetelere verdiği demeçte Halk Fırkası adıyla bir siyasî parti kuracağını açıkladı. Bu partinin, "tam bağımsızlık" ve "kayıtsız şartsız millet egemenliği" ilkelerine dayanacağını ve bütün milletin partide temsil edileceğini söyledi.

1 Nisan 1923'te Türkiye Büyük Millet Meclisi, seçimlerin yenilenmesine karar verdi. Mustafa Kemal Paşa, mecliste bulunan Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Grubu'nun, Halk Fırkası'na dönüşeceğini açıkladı. 9 Eylül 1923'te Halk Fırkası'nın kuruluşu tamamlandı. Genel başkanlığına da Gazi Mustafa Kemal getirildi. Cumhuriyetin ilânından sonra bu parti Cumhuriyet Halk Fırkası adını aldı. Böylece Cumhuriyet Dönemi'nin ilk siyasî partisi kurulmuş oldu.

Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası (İlerici Cumhuriyet Partisi)
Demokrasilerde iktidar partisinin icraatını denetleyen muhalefet partileri bulunur. Cumhuriyet Halk Fırkası, Cumhuriyet Dönemi'nin ilk iktidar partisi idi. Cumhuriyet Dönemi'nin ilk muhalefet partisi de Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasıdır.

Yapılan inkılâplar konusunda, Mustafa Kemal Paşa ile yakın arkadaşları anlaşmazlığa düştüler. Kurtuluş Savaşı'nın kazanılmasında emeği geçen Cafer Tayyar Paşa, Kâzım Karabekir Paşa gibi komutanlar, inkılâplara olumsuz tepki gösterdiler, inkılâplar için zamanın henüz uygun olmadığını ileri sürerek bir muhalefet grubu oluşturdular. Aynı zamanda milletvekili de olan bu komutanlara, ya ordudaki görevlerini ya da meclisteki görevlerini bırakmaları bildirildi. Böylece büyük hizmetler yapmış olan şerefli Türk Ordusu, politik çekişmelerin dışında tutulmak istendi. Milletvekili olan komutanların çoğu, askerlik görevinden ayrılıp politikaya milletvekili olarak devam ettiler. Bu milletvekilleri, Cumhuriyet Halk Fırkası'nın meclis üzerinde baskı yaptığını iddia ediyorlardı. Muhalefet olmadan, tek partinin demokrasinin gelişmesini engelleyeceğini söyleyen bu milletvekilleri, Cumhuriyet Halk Fırkası'ndan ayrılarak Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası'nı kurdular (17 Kasım 1924). Demokratik düzenin güçlenmesini isteyen Mustafa Kemal Paşa, yeni partinin kuruluşundan memnun oldu.

Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, millî egemenlik, kişisel özgürlükler ve dinî inançlara saygı ilkelerini benimsemişti. Cumhuriyet rejimine karşı olanlar partiye sızdılar. Halkın dinî duygularını istismar ettiler. Yeni rejime ve inkılâplara cephe aldılar. Hükümetin yaptığı işler eleştirilirken, cumhuriyet rejimi de bazı kötü niyetli kişiler tarafından eleştirilmeye başlandı. Onların bu çalışmaları özellikle cahil halk üzerinde etkisini gösterdi. Bunun sonucu olarak bazı doğu ve güneydoğu illerinde etkili olan bir ayaklanma çıktı.

Cumhuriyet yönetimi için ciddî bir tehdit olan bu ayaklanma, sıkı tedbirler alınarak bastırıldı. Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası da ayaklanmayla ilgili görülerek hükümet tarafından kapatıldı (3 Haziran 1925).


Serbest Cumhuriyet Fırkası (Partisi)
Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası'nın kapatılmasından sonra, Cumhuriyet Halk Fırkası, 1930 yılına kadar ülkede tek siyasal parti olarak kaldı. Bu zamana kadar, inkılâpların büyük bir bölümü gerçekleştirildi. Ancak tek parti yönetimi, demokratik bir rejim için uygun değildi. Mecliste hükümetin çalışmaları denetimsiz kalıyordu.

1929 yılında, dünyada ekonomik bir bunalım ortaya çıktı. Türkiye de bu bunalımdan etkilendi. Ekonomik sıkıntıya düşen halkın şikâyetleri arttı. Meclisteki bazı milletvekilleri ülkedeki ekonomik sıkıntıların, hükümetin yanlış politikalarından kaynaklandığını ileri sürmeye başladılar. Atatürk de hükümetin ekonomik politikasından hoşnut değildi. Hükümeti denetleyecek ikinci bir siyasî partinin gerekliliğine inanıyordu. Bu nedenlerden dolayı bir muhalefet partisinin kurulmasına karar verildi. Bu amaçla Mustafa Kemal, çok yakın arkadaşı Fethi Bey (Okyar)'i bir parti kurmakla görevlendirdi. 12 Ağustos 1930'da Serbest Cumhuriyet Fırkası kuruldu.

Serbest Cumhuriyet Fırkası, siyasî fikir olarak cumhuriyetçilik, lâiklik ve milliyetçilik ilkelerini, ekonomi alanında ise devletçilik ilkesine karşı liberalizmi savunuyordu. Parti kısa zamanda hızla gelişti. Yapılan yerel seçimlerde yolsuzluk yapıldığı iddia edilip, hükümet ağır şekilde eleştirildi. Hükümet ve inkılâplar aleyhinde gösteriler yapıldı. Bu durum, parti yöneticilerini sıkıntıya sokunca, Serbest Cumhuriyet Fırkası, kurucuları tarafından kapatıldı (17 Kasım 1930).

Böylece çok partili siyasî hayata geçmek için yapılan ikinci deneme de başarısızlıkla sonuçlandı





TAKRİR-İ SÜKUN KANUNU

İngilizler, Orta Doğu'daki zengin petrol yataklarını denetim altında tutmak için daha Birinci Dünya Savaşı yıllarından itibaren bazı faaliyetlerde bulunmuşlardı. Bunlardan biri de Güneydoğu Anadolu'da kendi himayelerinde bir devletin kurulmasıydı. Lozan Antlaşması'yla bu oyun bozuldu. Fakat İngilizler, emellerinden vazgeçmediler. Lozan'da halledilemeyen Musul sorununun görüşüldüğü sırada, cumhuriyet rejimine karşı olanları kullanarak Güneydoğu ve Doğu Anadolu illerinin bir kısmında etkili olan bir ayaklanma çıkarttılar. Şeyh Sait isimli kişinin başkanlığında çıkmış olan bu ayaklanmaya Şeyh Sait Ayaklanması adı verilmiştir.

Şeyh Sait Ayaklanması, Ergani ilçesine bağlı Piran köyünde başladı
(13 Şubat 1925). Kısa sürede etrafa yayıldı. Muş, Elazığ ve Diyarbakır yöresinde etkili olan ayaklanmanın bastırılması için hemen tedbirler alındı, önce sıkıyönetim ilân edilerek olaylar yatıştırılmaya çalışıldı. Bu yeterli olmayınca Başbakan Fethi Bey istifa etti.

3 Mart 1925'te başbakan olan İsmet İnönü, ayaklanmanın bastırılması için hükümete geniş yetkiler veren Takrir-i Sükûn Kanunu'nu TBMM'den çıkardı. Diğer taraftan ordu birlikleri harekete geçirildi. Yapılan plânlı askerî harekât ile, isyancılar dağıtılıp, elebaşıları yakalandı. Suçlular İstiklâl Mahkemelerinde yargılandılar. Suçlu görülenler çeşitli cezalara çarptırıldılar. Yapılan soruşturmada isyancıların bir kısmının Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası'na mensup oldukları belirlendi. Bunun üzerine parti 3 Haziran 1925'te kapatılarak, cumhuriyet rejimine yönelen önemli bir tehlike ortadan kaldırılmış oldu.




EĞİTİM ALANINDAKİ ÇALIŞMALAR

Eğitim, bir insanın kabiliyet ve davranışlarını geliştirmek, toplumun iyi değerlerini benimsetmek için yapılan işler ve uygulanan yollardır. Millî eğitim, bir milletin genç nesillerini o milletin maddî ve manevi değerlerinin gösterdiği hedefler içinde, ideal insan tipi olarak, yönlendirme ve yetiştirmedir. Eğitimin konusu insandır. Eğitime önem veren toplumlar, huzur ve kalkınma için gereken en önemli yatırımı yapmış sayılırlar. İyi bir vatandaş, ancak iyi bir eğitim sayesinde yetiştirilebilir.

Eğitimde geri kalan toplumlar, gelişme ve ilerleme sürecini yakalayamazlar. Ailede başlayan eğitim, okullarda devam eder ve insan hayatının her dönemini kapsar. Eğitim, bir ülkede millî birlik ve beraberliğin sağlanmasında en önemli unsurdur. Ülke kalkınması, ancak eğitimde birlik sağlanması ile gerçekleştirilebilir.

Her yenileşme hareketinin başarısı, eğitim alanındaki başarıya bağlıdır. Kalkınmanın, akıl ve bilimin önderliğinde gerçekleşeceğine inanan Atatürk, millî eğitime büyük önem vermiştir.

Hiçbir devlet kurucusu Atatürk kadar eğitime önem vermemiştir. Atatürk bir sözünde "Maarif vekili olarak, millî irfanı yükseltmeye çalışmak en büyük emelimdir." demiştir. Başka bir konuşmasında "Eğitimdir ki bir milleti ya hür, müstakil, şanlı, âli bir heyeti içtimaiye hâlinde yaşatır veya bir milleti esaret ve sefalete terk eder." diyerek eğitime verdiği önemi dile getirmiştir.

Memleket sorunlarının çözümü ancak iyi bir eğitimle mümkündür. Eğitim ve öğretimdeki gelişme düzeyi bir toplumun kalkınmışlığının aynasıdır.
Eğitim, çağdaş ve millî değerlere bağlı olmalıdır. Millî değerlerden yoksun bir eğitim, millî birlik ve beraberliğin kurulmasını zorlaştırır. Geri kalmışlık zincirini kırmak, Atatürk'ün gösterdiği hedefler doğrultusunda çağdaş ve tarihini unutmayan nesiller yetiştirmekle mümkün olur.

Atatürk, eğitimin yabancı fikirlerden, etkilerden uzak ve millî değerlerimize uygun olmasını istemiştir. Bu konuyu "Bugüne kadar izlenen eğitim ve öğretim yöntemlerinin milletimizin tarihsel gerilemesinde en önemli etken olduğu kanısındayım. Onun için ulusal bir eğitim programından söz ederken eski devrin boş inançlarından, toplumsal yapımızla hiç de ilgisi olmayan yabancı fikirlerden, doğudan ve batıdan gelebilen tüm etkilerden tamamen uzak, ulusal özelliklerimizle ve tarihimizle uyuşabilen bir kültür kastediyorum." sözleriyle belirtmiştir.

Eğitimin çağdaş ve bilimsel olması gerektiği konusunda ise şunları söylemiştir: "Evet, milletimizin siyasal ve toplumsal hayatında, milletimizin zihinsel eğitiminde de rehberimiz ilim ve fen olacaktır. Okul sayesinde, okulun vereceği ilim ve fen sayesindedir ki Türk milleti, Türk sanatı, ekonomisi, Türk şiir ve edebiyatı bütün güzellikleriyle gelişir. Gözlerimizi kapayıp tek başımıza yaşadığımızı düşünemeyiz. Yurdumuzu bir çember içine alıp dünya ile ilişkisiz yaşayamayız. Tersine, gelişmiş ve yükselmiş bir ulus olarak uygarlık alanı üzerinde yaşayacağız. Bu yaşam ancak bilimle, teknikle olur. Bilim ve teknik nerede ise oradan alacağız ve her yurttaşın kafasına koyacağız. Bilim ve teknik için sınır ve koşul yoktur." Eğitimde kalkınma bir milletin topyekün kalkınması demektir.

Atatürk, Kütahya ilimize yaptığı bir gezide öğretmenlere "Memleketimizi,
toplumumuzu gerçek hedefe, mutluluğa eriştirmek için iki orduya ihtiyaç vardır. Biri vatanın hayatını kurtaran asker ordusu, diğeri milletin geleceğini yoğuran irfan ordusu. Bu iki ordunun ikisi de hayatîdir. Bir millet savaş meydanlarında ne kadar parlak zaferler elde ederse etsin, o zaferlerin kalıcı sonuçlar vermesi ancak irfan ordusuna bağlıdır." diye seslenerek eğitimin bir milletin hayatındaki önemini belirtmiştir.

Bir devlet, eğitim çağındaki kuşaklara, iyi ve kötüyü, kalkınmayı, millî birlik ve beraberlik ülküsünü ancak eğitimle verebilir. Eğitimine önem vermeyen milletlerin kalkınmaları mümkün değildir.

Genç kuşaklar, güçlü bir millî eğitimle, gerektiğinde millî menfaatler konusunda kendi çıkarlarını hiçe sayan, her türlü fedakârlığı yapmaya hazır bir ruhla yetiştirilmelidir.
 
  eserturk.tr.gg  
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol